13 Nisan 2014 Pazar

Natacha Atlas


Geçenlerde Eliane Elias konseriyle aldığım derin nefese enfes bir nefes daha eklendi. Büyülü Lübnan seyahatimizin güzel miraslarından olan arap müziklerine merak salma halinin baş aktörlerinden İngiliz-Mısır melezi Natacha Atlas'ın müthiş sesini Cemal Reşit Rey'de canlı dinleme şansına sahip olduk. Çok sevdiğim Fairouz şarkılarıyla başladı. Şarkılarını arapça, ingilizce, fransızca söyledi, ekibindeki Erkan Tekci ile birlikte Türkçe türkü okudu, "This is a man's world"'ü kendi tarzında nağmelerle seslendirdi, göbek attı, sohbet etti, bizleri mutlu etmek için yapabileceği her şeyi yaptı. Duygu yüklü bariton sesli Erkan Tekci'nin ney çalışının yanısıra bir de darbuka çalan türk müzisyen eşlik ettiler kendisine, tüm müzisyenler çok güzel sololar attılar, hünerlerini sergilediler.

Alcyona Mick Piyano
Vasilis Sarikis Perküsyon
Bünyamin Olguncan Perküsyon
Ivan Husse Çello
Andy Hamill Akustik Bas
Erkan Tekci Ney
Samy Bish Keman

Tadımlık;

11 Nisan 2014 Cuma

John Wells ve August: Osage County (2013)


Yönetmenin izlediğim ilk filmi, dolayısıyla beklentimi yükselten yönetmen değil, filmi izlememe vesile olan Meryl Streep oldu. İlk defa Meryl Streep'in bir role asılmadığını, iyi hazırlanmadığını düşündüm. Sanki "Artık nasıl olsa bana Oscar vermezler" diye düşünmüş. Streep'in en kötü performansı dahi, doğal yeteneği sayesinde iyinin kötüsüdür gerçi, dolayısıyla bazı sahnelerde döktürüyor, ancak filmin geneline bakınca sıkıntılar çok net. Julia Roberts'ın performansı ise fena değildi, ne yapsa sevimli olma halinden iyi sıyrılmış. Bir ölüm üzerine sağa sola dağılmış olan aile bireylerinin bir araya gelmesiyle yaşanan dramlar ve aile içinde su yüzüne çıkan bastırılmış duygular gibi bilindik bir konu çok yaratıcılık olmadan işlenmiş. Belli ki geçen sene Hollywood yıldızları oynamak için ağırlıklı olarak "American Hustle" ile birlikte bu filmi tercih etmiş.  Her köşeden fırlayan yıldızlardan en çok Benedict Cumberbatch'i ve maalesef kendisinden hiç beklemediğim kötü performansını görünce şaşırdım. Son tahlilde faturayı tanımadığım yönetmene çıkarmaya karar verdim; bir çuval inciri berbat etmiş diyelim ve başka filmlere yelken açalım.

10 Nisan 2014 Perşembe

Woody Allen ve Blue Jasmine (2013)


En iyi film adaylarına ek olarak en iyi oyuncu kategorisinden de iki filme değineceğim. Blue Jasmine, son günlerde not düşegeldiğim en iyi film adaylarının hepsinden nezdimde çok daha iyi bir film. Allen'in sol eliyle bir çırpıda yazıp çektiği hissi veren (muhtemelen de öyleler) filmler serisinin son örneği, Cate Blanchet'in müthiş canlandırdığı (ve hak ederek Oscar'ı kaptığı) varlıklı bir kadının, kocasının tutuklanmasıyla sosyal statü olarak tavandan tabana vuruşunu anlatıyor. Başarılı pek çok Britanya yapımı filmle kalbimi fethetmiş olan Sally Hawkins de ona aynı enerjiyle eşlik ediyor. Her tarafı Woody Allen kokan, severlerini mutlu edececek bir yapım.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Paul Greengrass ve Captain Phillips (2013)


Paul Greengras kaçırma filmlerini kaçırmıyor, daha önce de "İkiz Kuleler" terör saldırısında kaçırılan uçaklardan birinin hikayesini "United 93"'de anlatmıştı. Kendisini belgesel kıvamındaki başarılı politik yapımı "Bloody Sunday" ve gerilim macera konusunda türünün fena olmayan örneği "The Bourne Ultimatom"'dan da tanıyoruz. Aksiyon filmlerindeki iyi yönetmenliğini, Somali'de korsanların bir yük gemisini kaçırmalarını anlatan son filmine de yansıtmış. Özellikle ilk yarısı "Die Hard" tadında oldukça sürükleyici geçiyor, Tom Hanks de kendisinden beklemediğim üzere fena değil. Benim takıldığım filmin başka bir yönü oldu; yine müthiş organize, becerikli, ahlaklı, her şeyi en iyi bilen Amerikalı'lara karşı, hayvanat bahçesinden yeni kaçmış, vahşi, uyuşturucu batağında Somali'ler söz konusu. Bu klişe kalıbı daha kaç kere daha çiğneyecek Hollywood diyeceğim, ama Amerikalılar böyle vatansever temalara bayılmaktan kolay kolay vazgeçmeyecekleri için bu malzemeye daha çok maruz kalırız. Amerikan ordusu ne kadar mükemmel işliyor, ufak bir fikir sahibi olmak için "Iraq for Sale: The War Profiteers" (2006) ve "No End in Sight" (2007)'ın izlenmelerini tavsiye ederim.

8 Nisan 2014 Salı

Alexander Payne ve Nebraska (2013)


Oscar ödüllerinde her sene "bağımsız" kategorisinden bir yapıma yer vermeye karar verdiler sanırım, genelde de Cannes yarışma filmlerinden seçiyorlar. Yönetmenin daha önceki Oscar adayı filmi "The Descendants"'a olan tepkimi şu yazıda dile getirmiştim, özüne yani daha sade bağımsız hikayelere dönmesine çok sevindim. Dolayısıyla bu seneki "aykırı" eser, Payne'in siyah beyaz, minimalist, ağır tempolu yapımı. İlerlemiş yaşı ve alkolizmin, hafızası üzerinde derin etkiler bırakmış olduğu bir baba (esasında üçkağıt olduğu çok bariz olan) büyük bir ödülü kazandığına kesin bir inançla evine çok uzaktaki Nebraska'ya gitmek için inat ediyor. Oğlu da onu vazgeçiremeyeceğini anlayınca, düşüyorlar yollara. Büyük mesajları gözümüze sokmaya çalışmayan, kendi halinde sadece anlatacağı basit hikayeye odaklanan, ama dinlemek isteyenlere özellikle de baba oğullara, sessizlikler içinde pek çok malzeme sunan tam kıvamında bir film.  

7 Nisan 2014 Pazartesi

Stephen Frears ve Philomena (2013)


Bu sene Oscar adayları adeta iyi yönetmenlerin kötü filmleri geçidine dönmüş durumda. Frears'tan en son şu yazıda bahsetmiş ve beğendiğim filmlerine değinmiştim. Philomena'ya gelince, Judi Dench'in oyunculuğu ve duygu yüklü bakışlarına yaslanmış, ama hem senaryo hem de yönetsel olarak pek çok zaafa sahip olan, klişelerden kurtulamayıp, duygu sömürüsünün kıyılarında dolaşan, Frears ayarında bir yönetmen için hiç olmamış bir film. Judi Dench'in canlandırdığı Philomena küçük yaşta zorla evlatlık verdiği oğlunu 50 sene sonra aramaya karar veriyor, ona yardım eden Steve Coogan ise ne rolünde ne de senaryo yazımında maalesef hiç başarılı değil.

6 Nisan 2014 Pazar

Bordeaux Ulusal Operası Bale Topluluğu


Referansları çok iyi olan bir bale topluluğunun Carmina Burana ve Chopin eşliğinde dans edeceğini duyunca Cemil Reşit Rey Konser salonuna yönlendik. Koreografilerini Maurice Wainrot'un üstlendiği eserlerden ilki "Chopin Numero Uno" tam bir hayal kırıklığı oldu. Siyah dekor ve siyah kıyafetler tüm odağı dansa yönlendirmişti, ancak koreografi standart çağdaş bale elementlerinin arka arkaya sıralanmasından oluşmuş ve herhangi bir ruhtan yoksundu. Teknik donanımları çok iyi olan dansçılar da koreografiyi içselleştirememiş olsalar gerek, son derece mekaniklerdi. İlk eserin monotonluğu ikinci yarıda Carmina Burana'nın muhteşem "Fortuna" girişinde de devam etti. Müziğin dinamizmi daha dinamik hareketlerle buluştu, etkisini kalabalık dans ekibinin aynı hareketleri senkron olarak tekrar etmeleriyle arttırmaya çalışıyordu, ancak özgünlükten yoksundu. Yine de Chopin kısmına göre daha iyi bir girişti, ama sadece göreceli olarak. Carmina Burana'nın üçüncü bölümü "Tavernada" ise müthiş ışığı olan bir dansçının sahne almasıyla her şey değişti. Yaşı ilerlemiş, saçları ağarmış dansçı bana biraz Baryshnikov'u anımsattı (sonra program kitapçığından baktığımda Rus olduğunu gördüm), akşamı tek başına kurtardı, bu bölüm gerçekten çok güzeldi. Finalde "Fortuna" tekrar edilirken, gözüm kalabalık ekibin içinde aynı dansçıyı aradı ve buldu, gerçekten farklıydı. Demek ki sadece koreografı değil, dansçıları ve yönetmeni de eleştirmek gerekiyor, eserin ruhsuzluğundan onlar da (teknik değil ama) artistik zaaflarıyla mesuller.
Dans deyince kıyaslama yapmadan edemeyeceğim; Zeynep Tanbay bir numarasın!!!

IDSO


AKM kapandığından beri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın konserlerini takip edemiyorum. Onun yerine uzun süre evimize yakın CKM'de konser veren Akbank Oda Orkestrasını takip ettik, ancak o orkestra da kapatılınca klasik müzik konserlerine biraz uzak kaldık. IDSO'nun CKM'ye geldiğini görünce hemen bilet edindim. 5,5 yaşındaki oğlum da klasik müziği çok seviyor, evde sürekli sesini sonuna kadar açarak senfoniler, konçertolar dinliyoruz, uzun bir süre seçeceği mesleği de orkestra şefliği olarak belirlemişti. Müzik enstrümanlarına da büyük ilgisi var, eline ne geçirse çalmaya çalışıyor, evdeki piyanoyu kendince doğaçlama çok güzel çalıyor, büyükbabasının ona hediye ettiği kemanı inletiyor, bir de o ufak yanaklarını kocaman şişirerek çaldığı trompeti var. Piyano veya keman dersi almayı kabul etmiyor, arp çalacakmış. Bu bilgiler ışığında konsere bilet alırken ona da aldım. Salona girdiğimizde sahnedeki arpı görünce çok heyecanlandı, ilk yarı eserlerde arpın çalınmaması da hayal kırıklığı yarattı, ikinci yarı mutlaka çalınacak diye teselli ettim. İkinci yarıya geçtiğimizde arpın pabucu dama atılmıştı, zira sahneye bütün ihtişamıyla bir tuba çıkmıştı. Tubayı fark ettiğinde küçük sesiyle bir haykırıverdi, eser neyse ki çok yüksek sesli, çok enerjikti, kimseler yüksek fısıltısını duymadı. Programın son derece modern eserlerden oluşması, uyku saatinin geçmiş olması, salonun aşırı sıcak olması, alnından akan boncuk boncuk terler onu konserden alıkoyamadı, sonuna kadar sessizce dinledi. IDSO yıllar önce bıraktığım yerde, mükemmeldi, tüm imkansızlıklara rağmen bu kadar iyi bir senfoni orkestrasına sahip olmaktan bir kez daha mutluluk duydum. Keşke daha sık CKM'ye gelseler.

Şef : Marek Pijarowski
Solist : Recep Gümüş (Fagot)
Solist : Sibel Kumru Pensel (Flüt)
Solist : Ayşegül Kirmanoğlu (Klarinet)

Program

J. Pauer : Fagot Konçertosu
J. Françaix : Flüt Ve Klarinet Için Konçerto
C. Franck : Re Minör Senfoni



Spike Jonze ve Her (2013)


"Being John Malkovich" (1999) ve "Adaptation" (2002) yönetmeni Jonze tarzından ödün vermiyor, ve bu sene ödül adayları arasında en eli yüzü düzgün filmi bizlere sunuyor. Joaquin Phoenix'in iyi performansıyla, sanal dünyanın insanlığı götürdüğü nokta hakkında çarpıcı bir resim çiziliyor. Teknolojinin ilerlemesi ile iyice içine kapanan insanlar artık bir işletim sistemi ile ilişki yaşayabilecek kadar gerçeklikten kopabiliyorlar.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Alfonso Cuarón ve Gravity (2013)


En iyi yönetmenlik ödülünü alan Gravity tam bir görsel şölen, ama bunun bir film olduğunu, sinema eseri olduğunu söylemek son derece zor. Uzayda son derece zor ve meşakatli olsa gerek olan astronotluk mesleğini Bullock örgü örerken, tv karşısında geyik çeviren Clooney seviyesine indirmeyi başarmış olan filmin, senaryosundaki zaaflar kamera şakası gibi. Hollywood'un en üst çekmecesinden klişe karakter hikayesi ve gerçekten en olmayacak anlarda saçma sapan geyik muhabbetleri ile örülü olan kurgu, bu kadar görsel emeğe yazık olmuş dedirtiyor. Sesini kapatarak izlenebilir.

4 Nisan 2014 Cuma

Jean-Marc Vallée ve Dallas Buyers Club (2013)


Çok hayran olduğum yönetmeni itibariyle iki arada bir derede kaldığım filmlerden bir tanesi. Son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden bir tanesi olan "Café de Flore"'a imza atmış Vallée'den başka bir film izlemek isterdim. Neyseki başrolde Matthew McConaughey'in olduğunu görünce beklentilerim asgari düzeye inmişti ki çok büyük bir sükut-u hayal olmadı. McConaughey esasında şaşırtıcı bir biçimde rolde fena da değildi, bu sayede en iyi aktör ödülünü de kaptı. Filmin konusu da ilgi çekiciydi, 80'li yıllarda AIDS taşıdığını öğrenen bir homofobun dönüşümünü anlatıyordu, ancak ne o dönüşüm, ne de gelişen olaylar hakkı verilerek anlatılmıyor, sahnelerin birbiri ardına kopuk geçişlerle sıralanması filmin ve karakterlerin derinlik kazanmasına imkan tanımıyor. Vallée gibi bir yönetmenden bu kadar yüzeyde kalan bir film izlemek gerçekten çok üzücü oldu.

3 Nisan 2014 Perşembe

Martin Scorsese ve The Wolf of Wall Street (2013)


Scorsese'nin filmleri benim için "Ya sev ya nefret et" özelliğini taşıyorlar. Wall Street'in bir garip kurdu da tahammül etmekte zorlandığım, Hollywood sinemasının her türlü soytarılığının, göz boyamacı üslubunun vücuda geldiği filmlerden biri. Abzürt komedi diyeceğim, ama zerre kadar komik değildi, türü neydi gerçekten anlayamadım. Kesin olan, Scorsese favori oyuncusu Di Caprio'ya filmin belli sahnelerinde yaptırdığı o uzun nutuklarla bu sefer en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırmak için çok kasmış, ama nafile. Di Caprio kanımca iyi bir oyuncu, çok para kazanmayı bir kenara bırakıp düzgün senaryolu bir eserde iyi bir yönetmenle çalışsa zaten ödüle doymayacak, ama kendisi Hollywood'un kurdu olmuş, bu da bir tercih. Scorsese vahşi kapitalizmin kalbi finans dünyasıyla iyi dalgasını geçmiş diyebilsem, filme hakkını da bir yere kadar teslim edebilirdim, ama maalesef amacın bu olmadığı filmi izlerken sayısız sahneyle ortaya konabilir.

2 Nisan 2014 Çarşamba

David O. Russell ve American Hustle (2013)


"Three Kings" (1999) ve "Silver Lining Playbook" (2012) ile beğendiğim, "The Fighter" (2010) ve "I Heart Huckabies" ile vasat bulduğum filmlere imza atmış olan Russell, tam bir starlar geçidi haline getirmiş olduğu "American Hustle" ile ilginç bir çorba yapmış. Çorba diyorum, çünkü komedi mi, dram mı, macera mı olduğuna karar verememiş kafası karışık bir film bence. Christian Bale'in abes peruğunun filmin ve kendisinin karizmasından çok şey eksilttiği eserde, Amy Adams'ın çarpıcı ama yine gel git'li cazibesi olmasa filmin sonunu zor getirecektim. Amerikan ana-akım seyircisi sanırım bol çeşnili mafya temalı filmlere bayılmaktan vazgeçmedikçe, bu tür filmlere daha sık sık maruz kalacağız. Oscar adayı olmasalar sorun değil, izlemeyeceğim, ama takıntı olmuş bir kere, söylene söylene her sene en iyi film adaylarını izliyorum.

1 Nisan 2014 Salı

Steve McQueen ve 12 Years a Slave (2013)


Bu yıl dağıtılan Oscar ödüllerinde en iyi film adaylarına kısaca değineyim. Öncelikle biri hariç hepsini vasat hatta çoğunu kötü bulduğumu belirteyim, Oscarseverler bu satırlara uzak durabilirler.
Bu sene "en iyi" ödülünü alan film, yönetmeninin Steve McQueen olması itibariyle en ümitli olduğum yapım idi, ancak yönetmen önceki filmleri "Shame" (2011) ve "Hunger" (2008) otantikliğinin ve özgünlüğünün yanına dahi yaklaşamadı. Meğer ana-akım sinema McQueen'i de yutmuş. Tüm alamet-i farikası o dönem tüm siyahilerin köle olduğu ön yargısını kırmak olan filmin, her sahnesi, her karakteri birbirinden klişe halini bu sefer Michael Fassbender de kurtaramadı. Her sahnesi gelişinden belli olan hikayede bir de kurtarıcı rolünde Brad Pitt'in son derece eğreti duran rolünü görünce finali zor getirdim.