27 Mart 2014 Perşembe

Hamlet ve İstanbul Devlet Tiyatroları


Sayısız kez sinemada ve tiyatroda izlediğim bir eseri, şu oyunda çok beğendiğim Bülent Emin Yarar'ın başrolde olduğunu öğrenince bir kez daha izlemeye karar verdim. Tek kişilik olarak uyarlanmış olması, sade dekoru, Yarar'ın iyi oyunu tatmin ediciydi, ama sanırım Kafka'nın Dava'sındaki gibi bir özgünlük ve yaratıcılık bekleyince biraz hayal kırıklığına uğradım.
Hiç Hamlet izlememişler için büyük fırsat, kaçırmasınlar;

26 Mart 2014 Çarşamba

St. Petersburg Devlet Akademik Balesi ve Kuğu Gölü


Bu güncede hep dile getirdiğim üzere 15 milyonluk şehrimizde, Devlet Opera Balesi'nin klasik bale eseri sergileyebileceği yeterli tek bir sahnesi bulunmaması sebebiyle uzun yıllardır bir klasik bale eseri izlemeye muhtacız. İstanbul'a gelen rus dans ekiplerine büyük bir şüpheyle yaklaşıyorum, zira daha önce birkaç kez Bolşoy diye izlemeye gittiğim eserlerde dans eden solistlerin hayretler içerisinde yetersizliklerine şahit olduğumda ya dolandırıldığımı, ya da Bolşoy'un idari ekibinden hep bir sahneye çıkmaya heves etmiş kişilerin gönderildiğine kanaat getirmiştim. Bir dostum davetiye ayarlayınca bir şansımızı deneyelim dedik, ve Cumartesi akşamı trafiğinde üşenmeyip Maslak'taki TİM şov merkezinin yolunu tuttuk.
İyi haber, ekip hakikiydi, tüm dansçılar çok iyiydi, bir tek baş balet vassattı, onun tesellisi soytarı rolündeki dansçıydı, zaten Kuğu Gölü'nde baş balete pek rol düşmediği için esasında büyük bir sıkıntı da değildi. Prima ballerina ise muhteşemdi, ona eşlik eden tüm dansçılar da bizde baş dansçı olabilecek düzeydeydiler. Klasik Bale eserleri içinde göreceli olarak daha az tercih edeceğim Kuğu Gölü'nü sayısız kez izlemiş olmama rağmen bir kez daha keyifle izledim. İlk kez 1895'de sergilenen koreografinin büyük usta Marius Petipa ve Lev Ivanov'aya ait olduğunu not düşelim. Tabii gönül isterdi ki, Tchaikovsky'nin güzel nağmelerini canlı bir orkestradan dinleyebilelim, ama nerede bizde öyle salon. Bilemiyorum ömrüm İstanbul'da bir daha canlı orkestralı, uygun büyüklükte ve gerekli teknik donanıma sahip bir salonda klasik bale eseri izlemeye yetecek mi? 30 Martta maalesef bu yönde ümitlenme şansımız dahi kanımca olamayacak.

Tadımlık;


25 Mart 2014 Salı

Eliane Elias


Dün gece uzun bir zaman sonra ilk defa nefes alabildiğimi hissettim ve bunu hemen günceme not düşmeliyim diye düşündüm, demek ki henüz güncenin sonu gelmemiş. Ciğerlerimdeki son oksijen molekülü de kana karışırken nefes almak üzere su üzerine çıkmamı engelleyen bir pranga vardı ayağımda, ülkede pek çok insanın eş zamanlı hissettiği bir pranga. Gerçekten boğulacak gibi hissediyorum, bu topraklarda sahne almakta olan sinema tarihinin en absürt senaryolu filminde bir figüran olmaya isyanım var. Yaşadıklarımız o kadar sürreal bir hal aldı ki (Dali dahi bu konudaki yaratıcılık ve dinamizmimiz konusunda hayran kalabilirdi), olayların gerçek dışı olduğu kanısıyla tepki veremez hale geldik, ya elbet bir gün kabustan uyanırız diye, ya da zaten başka bir boyuta geçtik zaten diye bakılıyor olanlara.
Zaten insanoğlunun niye var olduğuna, hayatın anlamına akıl sır erdiremeyen biri olarak, iyicene ayağımın altındaki zeminin kaydığını hissediyorum, niye koşuyorum, nereye koşuyorum, düşünmeye başladıkça duruyorum, ama hayatımı getirdiğim nokta ve üstlendiğim sorumluluklar itibariyle böyle bir lüksüm maalesef bulunmuyor, koşmaya devam etmek zorundayım, o halde düşünmemeliyim! Evet bunu büyük harflerle yazıp yatağın karşısına yapıştırmak gerekiyor ki, her sabah güne bu düsturla başlayabileyim. Ama insan doğası boş durur mu, neyi yapmamak gerekiyorsa kontrolsüz zihin işe oradan başlıyor. Hazır twitter kapatılmışken ne diye yeni yeni metotlarla girmeye kalkışıp, günlük artan dozlarla tapeleri içime çekiyorum, niye sürekli parmaklarım internette haber sitelerine yönlendiriyor, niye televizyon kumandasını yere fırlatıp üzerinde zıplayamıyorum. Ülkede oluşmuş bulunan 20 farklı kutubun her biri söyledikleriyle, düşündükleriyle tüylerimi tüylerimi ayrı ayrı dikiyor, niye ben de kendimi o abes kutuplardan birine adayıp, gözümü kulağımı kalanlara kapatıp işin kolayına kaçamıyorum.


Olağan dırdır faslından sonra gelelim bir nefes almamı sağlayan etkinliğe; Geçenlerde Kerem Görsev'in JoyFM'deki radyo programını dinlerken, Eliane Elias'ın konserini tavsiye etmesi üzerine hemen bilgisayar başına geçerek bilet edindim. Isınan havalarla dalga geçer gibi geçirmekte olduğum, ve içinde bulunduğum ruh halini iyice diplere gömen gribe rağmen Cemal Reşit Rey'e üşenmeden gitmeyi başardım. Keşke öncesi ve sonrası (zamane modası) selfie'ler çekseydim de yüzümden kolaylıkla okunabilecek ruh halleri arasındaki büyük uçurumu belgeleyebilseydim. Konser sonunda ağzımın en kenarındaki kıvrımlarda yukarıya doğru seğirme gibi ataklar söz konusuydu, gülümsememi durduramıyor ve adeta Batman'in jokeri misali 32 dişimi cümle aleme ifşa ediyordum. Sahneye çıktığı anda beni hipnotize eden Elias sahnedeki ışığı, muhteşem enerjisiyle piyano çalışı, konuşması, şarkı söylemesiyle zihnimde ve ruhumda adeta bir arınmaya vesile oldu, konser hiç bitmesin istedim. Müzik gerçekten ruhun gıdası ve ruhum gerçekten çok aç kalmış. Brezilya'nın Bossanova'sı ruhum üzerinde tutmakta olan zift tabakasını güzelce bir sıyırdı, tekrar içim bu kadar kararmadan önce mutlaka müdahale etmeliyim, biraz da hayatın güzel yanlarına odaklanmalı ve günceye yazmaya devam etmeliyim.
Unutmadan not düşeyim; Elias'a, her biri müthiş virtüözler olan, basta Marc Johnson, gitarda Graham Dechter, davulda ise Rafael Barata eşlik etti.

Daha önceki bir konserinden tadımlık;