18 Ağustos 2013 Pazar

Richard Linklater ve Before Midnight (2013)


Favori yönetmenlerimden Linklater'dan en son şu yazıda bahsetmiştim. "Before Sunrise" (1995) ve "Before Sunset" (2004)'te izlediğimiz ve bir nevi platonik aşkın sembolü haline gelen kahramanlarımız, meğer sonu açık kalmış olan "Before Sunset" sonrası bir arada kalmışlar, Ethan Hawke Amerika'ya dönüş uçağını kaçırmış (esasında binmemiş) ve Paris'te kalarak Julie Delpy'le olan gençlik aşkını yaşamaya karar vermiş. Aradan geçen 9 yılda ikili bir de ikiz çocuk sahibi olmuşlar. Çocuk sahibi olmanın bir ilişkiyi nasıl sınadığını, yaşamış olanlar bilir. Bu sefer Yunanistan'da geçirdikleri yaz tatilinin finalinde, çocukları dostlarına bırakarak baş başa bir gece geçirecekler. Hep olduğu gibi uzun yürüyüşlerin eşlik ettiği muhteşem diyaloglar, ilişkilerini içten ve sorgulayarak yaşayan tüm gönül gözü açık insanların duygularına tercüman oluyorlar.
Benim kuşağım özellikle çok şanslı, çünkü "Before ..." serisinin kahramanları, filmler gösterime girdiğinde hep bizimle yaşıt oluyorlar, bizim o günlerde hissettiklerimizi hissediyorlar, bizimle birlikte büyüyor, yaşlanıyorlar. Bir sonraki "Before ..." bölümünü heyecanla bekliyor olacağım.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

E.S.T. Symphony


Albümlerini çok beğenerek dinlediğim E.S.T'nin kurucusu, isim babası, beyni, herşeyi olan Esbjörn Svensson'un 2008 yılında vefatı üzerine grubun diğer elemanları bir şekilde ürettikleri projelerle, ismin yaşamasına ve festivallerin parçası olmasına vesile oluyorlar. İyi mi yapıyorlar pek emin değilim, bana biraz ismin mirasını tüketiyorlar gibi geliyor. Geçen sene Magnus Öström Caz festivalinde çaldığında yine kendi isminden çok E.S.T'nin adı ön plandaydı, ve o konseri pek beğenmemiştim.
Bu sene E.S.T'nin eserlerinin merkezde olması tabii çok daha cazipti. Ancak beğenilen eserlerin ille bir senfoni düzenlemelerinin yapılmasını, hele de yeterli hazırlık olmaz ise çok zorlama buluyorum. Koca bir orkestranın toparlanması ve müziği özümseyerek provalar yapılması madden mümkün olamayacağı için, o günlerde müsait olan müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturulan bir orkestra muhtemelen sadece bir iki prova ile konsere çıkıyorlar. Bu durumda hep ekşi ve zorlama bir tat alıyorum. Bu konserde de benim açımdan öyle oldu. Bir de kendi bir hatamı itiraf etmeliyim, konser biletleri numarasız olunca, en ön sıra da protokole ayrılmamış olunca, marifet gibi gidip en öne oturduk. Haliç Kongre merkezinin küçük salonunda en ön sıraya oturunca, zaten sahneye zor sığmış olan orkestra elemanları dibinizde oluyor, ve düz baktığınızda oturduğunuz yerden 60 çift ayak izliyorsunuz. Bir ayak fetişiniz yoksa oldukça rahatsız edici bir görüntü ve tabii çok dikkat dağıtıcı. Ayrıca önümüzdeki viyolonsellerden arka taraftaki hiçbir solisti görmek mümkün olmadı, durumun akustik dezavantajları da ayrı bir hikaye.
Söylenmeyi bırakıp biraz da müziğe gelirsem, cazla senfoninin bu düzenlemelerde buluşması bana hitap etmedi, bir tek bir iki rock sound'unda parça vardı, onlara orkestra yakıştı. Bol solistli konserde (bkz. Jacky Terrasson, Michael Wollny, Marius Neset, Dan Berglund, Magnus Öström), kendisini göremesem de gitarını çok net ayırt edebildiğim Sarp Maden'in tınıları da kulak zarımdaki en hoş titreşmelere vesile oldu.

16 Ağustos 2013 Cuma

David Sanborn Bob James Feat. Steve Gadd James Genus “Quartette Humaine”


Nerede kalmıştık?
Bu seneki İstanbul Caz Festivali, yaşanan olaylar dolayısıyla çok karambole geldi, ama biletleri edinen dostum sağ olsun, iki noktasından yakalamayı başardım.
İlk olarak çok uzun yıllardır Saksafon denince ilk akla gelen isimlerden ve caz dinleyicilerinin dışında da kitlelerle buluşmayı başarmış olan David Sanborn isim olarak öne çıktığı konseri, 9 temmuzda maalesef bir konser mekanı olarak hiç ısınamadığım, muhtemelen de hiçbir zaman ısınamayacağım Haliç Kongre Merkezi'nde dinledik. Beni konserde etkileyen David Sanborn'dan daha çok, uzun yıllardır birlikte projeler ürettiği ve müziğiyle bu konser vesilesiyle tanıştığım piyanoda Bob James oldu. Onlara basta eşlik eden James Genus da harikaydı. Konser boyunca kendisini arka planda tutan bateride Steve Gadd ise bis parçasında öyle bir solo attı ki, hem uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek, hem de etkinlik, otoparktan beş dakika erken çıkabilmek için, konserin biteceğini hisseden festivale özendimsilerin (kelime şu anda icat edilmiştir, tek hücreli, garip mahlukatları tasvir eder, bkz. terliksiler) depar atarak salondan çıkmaları ile sadece hak edenlerin dinleyebileceği özel bir ana dönüşmüştür.
Kısacası gezi semptomlarını tamamen silemese de bir hayli azaltmış, müthiş bir konser olmuştur.