15 Aralık 2013 Pazar

2012 Cannes Yarışma Filmleri

Son günlerde not düştüğüm filmler, 2012 Cannes film festivalinin yarışma bölümünden idiler. Daha önce belirttiğim üzere, geriye kalan filmleri de sene başında izlemiş ama günceye aktaracak fırsat bulamamıştım. Şimdi hepsini 10 üzerinden notlayarak ve beğenime göre sıralayarak sanal hafızama kaydedeyim. Böylece bu dosyayı burada kapatarak 2013 yarışma filmlerine yelken açabileyim.

Amour - Michael Haneke 9
Jagten - Thomas Vinterberg 9
On the Road - Walter Salles 8
Paradies: Liebe - Ulrich Seidl 8
Post Tenebras Lux - Carlos Reygadas 8
Holy Motors - Leos Carax 7
The Angels' Share - Ken Loach 7
Like Someone in Love - Abbas Kiarostami 7
Reality - Matteo Garrone 7
In Another Country - Hong Sang-soo 6
Beyond the Hills - Cristian Mungiu 6
Moonrise Kingdom - Wes Anderson 5
Cosmopolis - David Cronenberg 5
The Paperboy - Lee Daniels 5
De rouille et d'os - Jacques Audiard 4
Vous n'avez encore rien vu - Alain Resnais 4
Mud - Jeff Nichols 3
Killing Them Softly - Andrew Dominik 2
Lawless - John Hillcoat 1

14 Aralık 2013 Cumartesi

Carlos Reygadas ve Post Tenebras Lux (2012)

Reygadas sinemasıyla yıllar önce İstanbul Film Festivali'nde gösterilen "Japón" (2002) ile tanışmıştım. Yönetsel gücünden ve görselliğinden etkilenmekle birlikte kullandığı sembolik dili anlamlandırmakla zorlanmıştım. Daha sonra izlediğim Batalla en el cielo (2005) 'dan ise pek etkilenmemiştim. Son filmi Post Tenebras Lux'u ise çok etkileyici buldum. Reygadas'ın ne kadar güçlü bir yönetmen olduğunu gözler önüne sererken, içerik olarak da son derece özgün bir eser var karşımızda. Ağır temposu, Lynch'vari gizemler, çizgisel ilerlemeyen kurgu, gerçekle rüyaların iç içe geçmesi, kafa karıştırıcı metaforlar güzel bir karışım olmuş. İzlediğim her şeyi anlamlandırabildiğimi söyleyemem ama zaten tüm cevapları hap şeklinde servis eden filmler tercihim olmadığından, bana çok hitap etti.

13 Aralık 2013 Cuma

Abbas Kiarostami ve Like Someone in Love (2012)

İran sinemasının en değerli başyapıtlarına imza atmış olan Kiarostami'nin İran dışına çıkmasıyla ilgili üzüntümü şu yazıda dile getirmiştim. Şimdi bir adım daha ileri gidiyor ve bir Fransız yapımını Tokyo'da Japon oyuncularla yönetiyor. Son derece sade bir hikaye anlatması, ve öykünün örgüsü, kendimi çok zorladığımda bana Kiarostami'nin çok hafif imzasını hissettiriyor, ama dediğim gibi ancak kendimi çok zorladığımda. Tersten gidip filmden Kiarostami'ye varmaya kalksam, bu gerçekten de imkansız. Net olarak hissettiğim, bu filmin Japon bir yönetmene ait olmadığı. Filmin başı bize hiçbir karakteri ve olayı anlatmadan giriyor, dolayısıyla taşların yerine oturması biraz zaman alıyor. Filmin merkezindeki tema da akıllara hiç Japon kültürünü değil, daha ataerkil, maço bir kültürü, hatta rahatlıkla İstanbul'da geçebilecek bir hikayeyi anlatıyor. Daha fazla ispiyon vermeden, kalburüstü ama hafızalarda bir süre sonra kendi kendini imha edecek bir filmle karşı karşıya olduğumuzu iletelim.

12 Aralık 2013 Perşembe

Jeff Nichols ve Mud (2012)

Mud, 2012 Cannes Film Festivaline yakıştıramadığım filmlerden bir tanesi. Nichols'ın "Take Shelter"'ını (2011), özellikle de başrol oyuncusu Michael Shannon'un yorumunu çok beğenmiştim. Nichols, bu filminde de aynı oyuncuyla çalışmak istemiş, ama bu maalesef olmamış. Maalesef diyorum, çünkü onun yerine tercih ettiği Matthew McConaughey, kendisinden beklendiği üzere tam facia bir performans ortaya koyuyor ve zaten Hollywood tarafından sayısız kez çiğnenmiş klişe bir malzemeyi sayısız mantık hatasıyla harmanladığından dolayı belini doğrultması imkansız olan filme son darbeyi vuruyor. Hem McConaughey hem de onun karakterinin çevresindeki hikaye bir paranteze alınsa, geriye izlenebilir bir ergenlik hikayesi kalırdı, ama bu gözardı edilemeyecek kadar büyük bir parantez olduğundan, film nezdimde sınıfta kaldı.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Matteo Garrone ve Reality (2012)

2008 yapımı "Gomorra" ile takip edilecek yönetmenler listeme en üst sıradan giren Garrone bir sonraki filmi için tam 4 sene bekletti. Türkiye'de sanırım"Biri bizi gözetliyor" ismiyle geçmişte yayınlanmış olan, Dünya'da ise "Big Brother" olarak geçen reality (gerçeklik) şovunun insanlar üzerindeki etkileri, esasında onları ne kadar gerçeklikten uzaklaştırdığına dair etkin bir sosyal kritikle birlikte anlatılıyor. Bir kasabada balıkçılıkla geçinen ailenin baba karakteri, çocuklarının, bir alışveriş merkezinde gerçekleştirilen çekimlere katılmasını istemeleri üzerine bir deneme çekimi yapıyor, sonra da binlerce kişinin çağrıldığı ikinci bir seçme için Roma'ya davet ediliyor. İşte bu noktada hem kendisinin hem de çevresinin "gerçek"lerle ilgili sorunları başlıyor. Filmin içeriğinden çok yaşamakta oldukları eski binanın mimarisine hayran kaldığımı belirtmeliyim. Şu anda her tarafa marifetmiş gibi dikilen dümdüz beton kütlelerin niye alternatifi olamıyor anlamak mümkün değil.

10 Aralık 2013 Salı

Walter Salles ve On the Road (2012)

Cannes Film Festivali, bu güncede sık sık vurguladığım üzere referans aldığım, takip ettiğim tek film festivali. Her yıl festivalin düzenlendiği zamanlarda, bir önceki yılın en iyi film adaylarını izlemeyi tatlı bir gelenek haline getirdim. 2013 festival zamanı civarında da 2012 yarışma filmlerinin büyük bir kısmını izlemiştim. Aradan çok zaman geçtiği için o filmleri artık tek tek not düşemeyeceğim, ama henüz yeni izleme olanağım olmuş olan birkaç filmden bahsettikten sonra, hepsini birlikte listeleyerek kendimce notlayacağım.
Bu filmlerden ilki olan "On the Road" 2012 altın palmiye adayları içinde en beğendiğim filmlerden biri oldu. "Central do Brasil" (1998) ve "Diarios de motocicleta" (2004) gibi filmleriyle gönlümde taht kurmuş olan Walter Salles'in filmi olması itibariyle zaten çok beğeneceğimi tahmin ediyordum. Jack Kerouac'in çok iyi bilinen başyapıtı kitabını okumamıştım, ama filmi izlediğimde keşke kitabını okumuş olsaydım, hatta keşke genç bir yaşımda okumuş olsaydım diye düşündüm. Filmini izlemek, ne kadar iyi bir kitap olduğunu hakkıyla hissettiriyor. Bu aralar gömüldüğüm tarihi, siyasi kitaplardan ve sırada bekleyen sayısız film ve belgeselden vakit bulursam mutlaka da okumak isterim, gerçi filmi izlemiş olmam tabii kitabı bir nefeste içime çekmemi engelleyecek ama bakalım belki bir ara denerim.
Film ergenlikten yetişkinliğe geçilen zorlu dönemi, kendini aramayı, arkadaşlıkları, aşkı, kendilerini yollara veren, bir yerde duramayan, huzur bulamayan gençler üzerinden, sade ve etkileyici bir dille anlatıyor. Filmlerin kitaplara kıyasla en büyük dezavantajları olan 2 saatte her şeyi anlatmak gibi bir kısıtları var, ve Salles belli ki bu noktada zorlanmış. Özellikle filmin ortasındaki bir kısım, film formatına zorla sığdırılmaya çalışıldığı için çok eğreti duruyor, keşke o kısıma kıyarak kesseymiş, benim açımdan filmin temposuna ve tonuna ciddi bir darbe vurdu. Ama bu 20 dakikalık kısımı bir yana bırakırsak filme bayıldım. Kendinizi yollara vurmak, ergenliğinizin kaybolmuş, karışık ruh halini nostaljik çağrışımlarla hissetmek istiyorsanız kaçırmayın.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Russell Brand ve Messiah Complex

Russell Brand genç ve çok popüler bir stand-up'çı. Son gösterisinin turnesi için İstanbul'a geliyor olması itibariyle kendisinden haberdar oldum. Youtube'dan röportajlarını izlediğimde hayran kaldım. Kurulu düzene başkaldırısı ve herkesi içten ve mizah dolu ifadesiyle devrime çağırmasından etkilenmemek mümkün değil. Ukala bir gazeteciyle yaptığı şu röportajda muhtemelen kendisini alaşağı edeceğinden emin olan gazeteciyi dahi söz söyleyemeyecek hale getiriyor;



Bu röportajı izlediğimde, evet hadi çıkalım ve şu devrimi yapalım enerjisiyle doluydum. Brand gibi popüler figürler genç kuşakları düşünmeye, sistemi sorgulamaya teşvik etmede çok büyük bir rol oynayabilirler, keşke bizim ülkemizde de komedyenler politik olabilseler, bizdekiler "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" zihniyetindeler ve maalesef suya sabuna dokunmuyorlar. Ülkemizde gençlere model olabilecek hemen hiç popüler figürler bulunmuyor, tam tersine bizde otoriteye biat etme kültürü var.
Brand'in "Messiah Complex" şovunun olduğu akşam başka bir etkinliğe biletimiz vardı (o da ayrı bir macera oldu, bilahare anlatmalıyım) o yüzden kaçırdık. Ama youtube sağolsun, şovun tamamı izlenebiliyor. İçerik tabii yukarıdaki röportaj kadar devrimci değil, mizah içeriğin önüne geçse de, düşünceleri şovun tamamına nüfuz etmiş durumda. 1,5 saat boyunca nefes almadan konuşması, hiç yerinde durmaması takdire şayan, ancak içerik oldukça xxx, İstanbul'da aynı içeriği sunabildi mi çok merak ettim. Tekrar gelirse kesinlikle kaçırmamak lazım.

8 Aralık 2013 Pazar

Peter Joseph ve Zeitgeist: Moving Forward (2011)

Zamanın Ruhunun anlatan serinin son bölümü, sazı ikinci bölümün bıraktığı yerden alıyor. İkinci bölümün sonunda kaynak bazlı paraya ihtiyaç duyamayan bir sistem anlatılmış, ve bu tür alternatiflere karşı geniş kitlelerin öne sürdükleri argümanın, bu tür sistemlerin insanın doğasına aykırı olduğu iddiası olduğu belirtilmişti. Kapitalizmin ekmeğine yağ süren, insanın bencil, rekabetçi, açgözlü karakterinin, insanın doğasından, yani genetiğinden kaynaklandığı iddiasını çürüterek başlıyor üçüncü bölüm. Akademisyenler uzun uzun çevrenin ve doğanın doğum sonrası insanın genetiğine etki ederek belli özelliklerin öne çıktığını ileri sürüyorlar. Yani kıtlığın, adaletsizliğin, eşitsizliğin olmadığı bir Dünya'da insanlar durup dururken şiddete, yolsuzluğa başvurmayacaklar, birbirlerini sevgi ile kucaklayacaklardır. Bu durum detaylı bir şekilde işlendikten sonra ilk iki filmde yapılmış olan tespitler yineleniyor, ve ikinci bölümde sunulan çözüm önerisi, yani kaynak bazlı ekonominin insanlığı nasıl huzur ve mutluluğa götüreceği anlatılıyor. İlk iki belgeselin hemen akabinde izleyince fazlasıyla tekrar geldi bana, ama tabii bu fikirler daha geniş kitleleri düşünmeye, sorgulamaya sevk edene kadar yinelemekte fayda var. Sadece youtube'da bu üçüncü bölüm 22 milyon kez izlenmiş, bu tabii çok umut verici. En kısa zamanda insanlar el birliğiyle daha adaletli bir Dünya düzeni inşa etmeleri dileğiyle sizleri Türkçe altyazı destekli versiyonla baş başa bırakayım;



7 Aralık 2013 Cumartesi

Peter Joseph ve Zeitgeist: Addendum (2008)

Zamanın ruhu serisinin ikinci filmi, ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor. Önce kapitalizmin can damarı olan merkez bankalarının ve bankacılık sisteminin nasıl işlediğini, basılan her paranın nasıl borç olarak devletlerin borç hanesine yazıldığını, bu borcun faiziyle geri ödenmesi gerektiği ve bu faiz miktarını basan başka bir kurum olmadığına göre devletlerin dolayısıyla insanların borçlanmalarının hiçbir zaman sonunun gelmeyeceğini, ebediyen borçlu insanların da sömürüldükleri işlerde çalışmak zorunda bırakıldıklarını, en temel hakları olan barınma ve beslenme için gece gündüz çalışmak zorunda olduklarını, bu modern köleliğin geçmişteki kölelik uygulamalarından beter olduğunu anlatıyor. Başta dinle ilgili görüşler olmak üzere ilk filmdeki pek çok görüş yineleniyor. Sistemin ve tabii ABD'nin çarpık uygulamaları ve sömürülerine değinildikten sonra, benim ısrarla beklediğim, peki çözüm ne olacak sorusuna geliniyor. Cevabını çok naif bulsam da çok kısa aktarmaya çalışayım, ancak belgeseli izlemek benim kıt aktarımımdan çok daha anlamlı olacaktır. Deniyor ki çözüm teknoloji ve para değil kaynak bazlı bir ekonomi kurmaktır. Geçmişte kaynaklar verimli kullanılamadığından kıtlık vardı ve insanlar çözüm olarak parayı icat ettiler. Kaynakların herkese yettiği bir noktada paraya ihtiyaç olmayacaktır. Geldiğimiz noktada teknoloji hem tüm amele işleri üstlenebilecek, hem de tüm insanlığın temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kaynakları çıkarıp değerlendirebilecek bir noktadadır. Ayrıca yenilenebilir enerji kaynakları da artık tüm dünyaya yetebilecekken, enerji şirketleri bunu bilerek engellemek ve geciktirmektedirler. Yani dar bir zengin zümrenin elinde olan kaynaklar demokratik bir şekilde tüm dünya insanlarına paylaştırılabilse, teknolojinin sağladığı imkanlarla birlikte, bu kaynaklar herkese yetecektir. Paraya da tüm kötülüklerin anası bankalara da gerek kalmayacaktır.
Kulağa süper geliyor, ne kadar naif bulsam da, ilk filmdeki gibi propaganda kokan üslubunu belgeselin eksi hanesine yazsam da, sadece mevcut sistemi kötülemektense yeni bir şeyler söylemek ve önermek çok değerli. Buyurunuz, Türkçe altyazılı buradan;

 

3 Aralık 2013 Salı

Peter Joseph ve Zeitgeist (2007)

Son zamanlarda takip ettiğim tüm en iyi belgeseller listelerinin gediklisi Zeitgeist serisinin ilkini youtube'dan izledim. Zamanın Ruhu'nu farklı bir bakış açısından değerlendiren yapım 3 bölümden oluşuyor. İlk bölümde Hristiyanlığın, İsa'sıyla ve tüm mitleriyle birebir pagan dinlerinden alındığını argümanlarla ortaya koyuyor. Eski Mısır'ın güneş tanrısı Horus ile İsa'nın, lakaplarından, bir bakireden doğmuş olmalarına, çarmıha gerilmelerinden ölümden sonra tekrar dirilişlerine kadar pek çok paralelliğe ve sayısız başka pagan tanrılarının aynı özelliklere sahip olduğu anlatılıyor. Bu ilk bölüm pek ilgimi çekmedi, zaten bu görüşleri başta bestseller yazar Dan Brown'ın kitapları (bkz. Da Vinci'nin şifresi) olmak üzere pek çok kaynak geniş kitlelere duyurdu. Ayrıca belgesele nesnel yaklaşma gayretinde bulunulursa, üslubun fazlasıyla propaganda kokması, alaycı dili sunduğu iddiaları sulandırıyordu. Esasında vurgulanmak istenen diğer bölümlerde çok daha ciddi bir şekilde işlendiği üzere, gücü elinde tutmak isteyen küçük zümrenin geniş kitleleri köleleştirmek için dini ve savaşları nasıl kendilerine malzeme ettiklerine dikkat çekmekti.
Bu anlamda ikinci bölüm çok daha enteresandı, çünkü New York'ta ikiz kulelere yapılan 9/11 saldırısının faillerinin pek çok farklı açıdan ne kadar çok tartışılır ve şüphe götürür yanı olduğunu, pek çok konunun nasıl örtbas edildiğini, esasında bariz şekilde nasıl devlet eliyle organize edildiğini, ve bu sayede nasıl bir terör korkusu pompalayarak insanların ellerinden en temel hak ve özgürlüklerinin alındığını, bunun ötesinde başta Afganistan ve Irak olmak üzere emperyalist işgallere nasıl zemin yaratıldığı anlatılıyor. En öne çıkan argüman olarak, akademisyenler binanın çelik konstrüksiyonunun çöküş şekli ve hızının bilimsel olarak açıklanamaz olduğunu belirtirlerken, böyle bir çöküşün ancak eş zamanlı bina içine yerleştirilen patlayıcılarla gerçekleşmiş olabileceğine dikkat çekiliyor. Bugüne kadar benim de hiç duymadığım üzere ikiz kulelerle birlikte yine aynı kompleks içerisindeki 7 no'lu bina da hiçbir çarpma olmamasına rağmen komple çöküyor, görüntülere bakıldığında gerçekten de kontrollü bir yıkım operasyonu gibi gözüküyor. Bunların haricinde hemen hiç gündeme gelmeyen, medyanın hiç değinmediği (neden acaba?? Taraflı medyanın bizim ülkemize ait bir durum olmadığı ne kadar tesellli olur acaba?) pek çok iddia söz konusu.
Üçüncü bölüm 9/11 olayının yeni bir icat olmadığını, ABD'nin 1. ve 2. Dünya savaşlarıyla Vietnam savaşına giriş şekillerinin de tamamen planlı ve karşı tarafı bilinçli tahrik, ve hatta tamamen yalan ve uydurma olaylar üzerine gerçekleştiğini (Irak'a giriş?!), esas amacın neler olduğunu son derece ilginç ve düşündürücü iddialar ve tarihsel paralelliklerle sunuyor. Özellikle Hitler - Bush konuşmalarının benzerliği çarpıcı.
Yer yer fazlaca propaganda kokabilse de, düşündürecek, sorgulatacak, göz açacak sayısız görüşlerin sıralandığı bu belgeseli sakın kaçırmayın, Türkçe altyazılı versiyonunu buradan buyurun;

2 Aralık 2013 Pazartesi

Oliver Twinch ve Finding Life Beyond Earth (2011)


Geçenlerde bahsettiğim "Home" belgeselini benimle birlikte izlemiş olan 5 yaşındaki oğlum yine bir belgesel seyredelim deyince, youtube'dan birlikte bir başka belgesel seçtik. Gezegen görseli görünce bunu izleyelim dedi, ve sonuna kadar da büyük bir ilgiyle izledi. Bütün gezegen isimlerini bilmesine mi, görüntülerinden gezegenleri tanımasına mı yoksa sorduğu akıl dolu sorulara mı şaşıracağımı bilemedim. Merkür'den başlayıp Neptün'e ve o arada özellikle Jüpiter ve Satürn'ün uydularında hayat var olup olamayacağına dair teori ve araştırmaları dinlerken sürekli Pluto'yu sordu, ancak artık gezegen statüsünden çıkmış olan Pluto belgeselin konusu değildi, niye artık gezegen sınıfında olmadığını açıklayabilmek için wikipedia'ya girip kendim araştırmam gerekti, yine de oğlumu tatmin edecek basit bir açıklama yapmayı başaramadım. Belgesel o kadar merakımı cezbetti ki sayısız başka konuyu da internetten araştırma ve okuma ihtiyacı duydum, Nasa'nın sitelerine girip görseller içinde kayboldum. Jüpiter'in uydusu İo'daki volkanik patlamalardan, Satürn'ün uydusu Titan'daki metan göllerine (Titan'daki basınç, ısı ve atmosferik koşullarda Metan gazı sıvı formda bulunduğu gibi, buharlaşıp bulutlar oluşturuyor ve sonra tekrar yağmur olarak yağarak göllerde toplanıyormuş!), Mars'da yüzey altındaki buz kitlelerinde organik yapı taşları araştırmaya giden Curiosity robotundan, 7 senede 1 milyar mil uzaklıktaki Satürn'e varan ve uydularından detaylı raporlar gönderen Cassini uzay aracına kadar çok heyecan verici bilgiler edinmek mümkün. Ne zamandır beni tatmin eden bir bilim-kurgu film izleyememişken, belgesellerin bu konuda ne kadar besleyici ve tatmin edici olabildiğini hiç unutmamak gerekiyormuş.

1 Aralık 2013 Pazar

Errol Morris ve The Fog of War: Eleven Lessons from the Life of Robert S. McNamara (2003)

20. yüzyılda ABD'nin işlediği savaş suçlarının baş aktörlerinden biri olan Robert S. McNamara, İkinci Dünya savaşı'nda önemli bir rol oynamış, sonrasında Kennedy zamanında savunma bakanlığına getirilmiş ve Johnson başkanlığında bu göreve devam ederek, Vietnam savaşını yönetmiş. Savaş esnasında görevden alındığında Dünya Bankasına başkanlığına getirilerek uzun yıllarda bu görevde icraatlarda bulunmuş. Belgeselin tamamı McNamara ile yapılan uzun röportajların özü alınarak kurgulanmasıyla oluşmuş. 2. Dünya Savaşı'nda sadece atom bombalarıyla değil, öncesinde yangın bombalarıyla, başta Tokyo olmak üzere zaten ahşap evlerden oluşan belli başlı Japon şehirlerinin tamamıyla yakılmasını anlatırken, eğer savaşı kaybetseydik, savaş suçlusu olarak yargılanırdık diye vurguluyor. Vietnam savaşının bir iç savaş olduğunu anlayamayıp bunu soğuk savaşın bir ögesi olarak görmekte hata ettik diye itiraf ediyor. Tüm bunları ve gereksiz yere katledilen milyonları gayet soğukkanlı ve kendinden emin bir tavırla anlatırken, bir yandan kendisini sadece bir emir kulu gibi gösterip, tüm sorumluluğu başkanlara yıkmaktan hiç yüksünmüyor, diğer yandan tüm bunlar savaşların yarattığı sis içinde olabiliyor, son derece normal, insan doğası da zaten böyle, savaşlar hep olacak diye de yağ gibi su üzerine çıkıyor, kendisini köşeye sıkıştırabilecek soruları da büyük bir maharetle bir kenara itiveriyor. İşte 20. Yüzyıl amerikan politika anlayışının net bir resmi.

30 Kasım 2013 Cumartesi

Yann Arthus-Bertrand ve Home (2009)

Yuvamız olan Dünya ile ilgili muhteşem bir belgesel. Hipnotize eden görüntüler içinde Dünya'nın varoluşundan bu yana insanoğlunun Dünya'daki kaynakları yok etme yönünde vurdumduymaz savurganlığını izliyoruz. Su kaynaklarının hızla tükenmesinden küresel ısınmanın etkilerine kadar en önemli sorunları kusursuz bir kurgu ve çok iyi seçilmiş müzikler eşliğinde dinliyoruz. Finale doğru tüm anlatılanlar istatistiklerle özetlendiğinde, "tamam işimiz bitik" dediğimiz anda, hiç beklemediğim üzere "karamsar olmak için çok geç" mesajı geliyor ve Dünya'nın dört bir tarafındaki bilinçlenmeyle başlayan olumlu gelişmeleri, hükümetlerin attıkları olumlu adımları, yenilenebilir enerji türleriyle ilgili atılımları izliyoruz. "Bitmişiz, hiç kasmayalım" hissinden, evet daha yapacak çok iş var, hadi görev başına motivasyonu ve bir buket ümitle belgeselin sonuna varıyoruz.
Belgeselin tamamını şu bağlantıdan izleyebilirsiniz;


29 Kasım 2013 Cuma

Xavier Dolan ve Laurence Anyways (2012)

Genç yönetmen Dolan'ın filmleri "Les Amours Imaginaires" (2010) ve "J'ai tué ma mère" (2009) 'den önceki yazılarda bahsetmiştim. Bu filmlerindeki daha naif temalardan, bu son yapıtında oldukça zorlu bir konuya geçiyor. Filmin başlarında normal bir hayat sürüyormuş izlenimi veren (ve Melvil Poupaud tarafından çok başarılı canlandırılan) bir erkeğin, bir kadına dönüşmesini aşama aşama izliyoruz. Sinemadan alışageldiğimiz transseksüel hikayelerinden farklı olarak, aşkla bağlı olduğu kız arkadaşına olan duyguları bu süreçte değişmiyor, ancak bir ilişkinin böyle bir dönüşümü kaldırması kolay değil. Yanlış bir vücuda hapsolmuş olduğunu hisseden bir transseksüelin gerçek kimliğine kavuşma mücadelesi, aşkın cinsiyetten bağımsız varlığı, Dolan'ın cesur anlatımıyla birleşiyor. Bu meydan okumanın zorluğu muhtemelen Dolan'ı filmin süresi konusunda sınırlara dayamış. Kesip çıkaracağı her sahnede, hikayeden bir şeyler eksilteceği endişesiyle filmi 3 saate yaklaştırmış olsa gerek, bu da maalesef filmin izlenebilirlik hanesine çok olumlu yansımıyor.

28 Kasım 2013 Perşembe

Julia Loktev ve The Loneliest Planet (2011)

Bu günceye düzenli yazamadığımdan dolayı, sene başından beri bahsedilmeyi bekleyen, mutlaka da not düşmem gereken filmler var. Bunlardan en önemlisi The Loneliest Planet. Benim için tek kelimeyle mükemmel bir film. Hayranı olduğum Nuri Bilge Ceylan'ın jüri başkanı olduğu İstanbul Film Festivali'nden Altın Lale ile dönmesi de tesadüf değil. Son derece sade, yalın, ağır tempolu, ana akım sinema bağımlısı izleyicinin nefret edip, film boyunca hiçbir olayın olmadığını iddia edeceği film, genç bir çiftin ilşkilerinin Gürcistan'ın bakir doğasında sıkı bir sınamadan geçmesini anlatıyor. Uzun süre sadece dağ bayır yürüyorlar, filmin ortalarında çok vurucu bir an var, ve bundan sonra tüm taşlar yerine oturuyor. Betimlemek mümkün değil, mutlaka izlemek gerekir. Filmden o kadar etkilendik ki kendimizi geçen yaz 10 gün boyunca Ermenistan ve Gürcistan'ı gezmeye adadık.

27 Kasım 2013 Çarşamba

John Carney ve On the Edge (2001)

Babasını kaybetmesi üzerine başarısız bir intihar girişiminde bulunan gencin, bir klinikte tedavi görmesi üzerine kurulu film. Karakterlerin hepsi hayata iplikle tutunmuş olan intihar meyilli hastalar, ve tabii bu tür bir malzeme yeterli drama potansiyeli sağlıyor. Başta Forman'ın "One Flew Over the Cuckoo's Nest"'i (1975) olmak üzere sayısız film bu konuyla meşgul olduğundan dolayı yeni bir şeyler söylemek bir hayli güç ki, Carney de kalburüstü bir film yapmakla birlikte bu meydan okumanın altından kalkamıyor. Yine de başta Cillian Murphy olmak üzere oyunculuklar başarılı, ve bir İrlanda yapımı olarak film Hollywood klişelerine mesafe koyma konusunda taviz vermiyor.

26 Kasım 2013 Salı

Urszula Antoniak ve Code Blue (2011)

"Nothing Personal" (2009) ile son yıllarda beni en etkileyen filmlerden birine imza atan Antoniak'ın iki yıl aradan sonra çektiği filmi "Code Blue", anlaşılması ve hazmı bir hayli güç bir film. Özellikle finale gelirken tam bir muamma halini aldı, çözemedim. Yine yalnız ve hayatla ilgili ciddi sıkıntıları olan bir kadın merkezde, ancak travmasıyla ilgili hiçbir ipucu alamadığımız için metaforlarla örülü olduğu çok belli olan olayların gelişimine dair mantıklı bir değerlendirme yapmak da bir hayli güç oluyor, hele final kısmı gerçekten de surata beklenmeyen bir anda yenen tokat gibi. Antoniak şüphesiz çok güçlü bir yönetmen ama bu sefer filmi beni teğet geçti.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Asghar Farhadi ve Le Passé (2013)

Farhadi son dönem İran sinemasının tartışmasız en güçlü isimlerinden. "A Seperation" (2011) ile de çok hak ederek ödüllere boğuldu. Bu kadar başarılı bir filmden sonra gelecek eserlerle ilgili, beklentiler ister istemez çok yukarı çıkıyor. Le Passé, oyunculuklar dışında benim de bir hayli yükselmiş olan beklentilerimi karşıladı. Farhadi'nin çok sade, günlük, hatta banal denilebilecek hikayeler içerisinde söylenmeyenlerle, bilinmeyenlerle yarattığı gerilimler takdire şayan ve son derece özgün. "A Seperation"'ın güçlü anlatımını, geçeğe son derece yakın ve doğal oyunculuklar beslerken, Le Passé'de (Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü almasına rağmen) Bérénice Bejo, ve ondan çok daha beter olarak da Samir rolünde Tahar Rahim yer yer doğallıktan oldukça uzak bir oyunculuk sınavı verdiler. Başrolllerden bekleneni verebilen tek oyuncu kanımca Ali Mosaffe idi. Bu kadar sade ve ağır tempolu bir filmde oyunculuklarda nüanslar dahi çok önemli, hatta bence Rahim nüansların ötesinde yer yer elini kolunu koyacak yer bulmakta zorlandı.
Bu konularda takıntılı biri olarak tabii olan seyir zevkime oldu, ama yine de bu Farhadi'nin çok iyi bir anlatıcı ve yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyor, ondan tek dileğim, kendi topraklarında anadilinde film çekmeye devam etmesi.

24 Kasım 2013 Pazar

Duşan Kovaçevic ve Profesyonel

İstanbul Devlet Tiyatroları'nda kapalı gişe oynayan "Profesyonel"'in yazarı Duşan Kovaçevic, yönetmeni ise Işıl Kasapoğlu. Yetkin Dikinciler'in ve özellikle de Bülent Emin Yarar'ın müthiş oyunculuklarıyla güçlenen anlatım, Yugoslavya'da Tito öncesi ve sonrası toplumsal ve politik hayata ayna tutuyor. Kovaçeviç'in kullandığı özgün kurgu ve çok kıvamında kullandığı kara mizah, duygu paletinin oldukça geniş bir yelpazesini izleyiciye aktarıyor. Bir yandan kahkahalarınıza hakim olamazken, salondan çıkarken boğazınızdaki düğümün çözülmesi için açık havaya ulaşmayı beklemeniz gerekecek.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Deborah Scranton ve The War Tapes (2006)

Irak savaşını bir de askerlerin gözünden izlemek gerek. 3 askere verilen cihazlarla kaydedilmiş videolardan oluşan belgesel, bir insan gönüllü olarak niye savaşa gider, orada neler yaşar, döndüğünde nasıl bir ruh halinde olur sorularına, cevap olmasa da bir fikir veriyor.

22 Kasım 2013 Cuma

Jason Barker ve Marx Reloaded

Vahşi kapitalizmin dört koldan geniş kitleleri ezmesi devam ederken, doğal olan insanların bu düzen sonsuza kadar böyle mi gidecek diye sorgulaması olmalı, ancak herkes durumu kanıksamış gibi (bir tek Güney Amerika'da kıpırdanma var, bkz. Venezuela, Bolivya), sorgulayanlar da marjinal olarak niteleniyorlar. Kapitalizmi eleştirenlerin ortak vardıkları nokta ise, bu sistemin karşısında geniş kitlelerce kabul görecek bir alternatif çıkmadıkça kapitalizm hiç çökmeyecek. Her çöktü denilen krizde, kapitalizm güçlenerek, bir nevi kendini yenileyerek, gençleşerek tekrar çıkıyor karşımıza. İnsanileşeceğine iyicene vahşileşiyor. Bu noktada durup Marks'ın neler söylediğine tekrar bir bakmak gerekiyor. Marks denince "aman komünizm" geliyor reaksiyonu veren geniş kitlelerin bir durup, beslendikleri dogmalardan kurtulup sorgulama antenlerini açmaları gerekiyor. Herkesin aklına hemen sosyalizmin Rusya'da uygulanış şekli geliyor, ama muhtemelen Marx da sosyalizmin bu şekilde yozlaşması ve halktan uzaklaşmasını çok yadırgardı. Kapitalizme sayısız kez şans verilirken, sosyalizme ikinci bir şans dahi vermemek, değişik bir alternatif üzerine düşünememek, bunu söz konusu dahi edememek kapitalizmin ekmeğine yağ sürüyor. Zaten kapitalizmin amiralleri de yarattıkları korku imparatorluğu ile alternatif arayanları başarıyla marjinal durumuna düşürmeyi başarıyorlar. Bu belgesel, adından da anlaşılacağı üzere popüler kültüre ve bu vesileyle geniş kesimlere hitap edebilmeye gayret gösteriyor ve Matrix'teki gibi biri kırmızı biri mavi hap teklif ediyor, hiç bu konulara kafa yormayıp, yorduğunuzu da hatırlamayıp sanal hayata mı devam edeceksiniz, yoksa gözlerinizi tamamen açıp gerçekliğin can acıtan tüm çıplaklığıyla göz göze mi gelmeyi tercih edeceksiniz, karar sizin. Marx'ın "Das Kapital"'ini okumadım, ama sadece belgeselde bahsi geçen "Warenfetisch" kavramı, yani eşya fetişizmi konusu beni o kadar çok düşünmeye sevk etti ki, bir an önce bu açığımı kapamam gerektiğini hissettim.

21 Kasım 2013 Perşembe

Charles Ferguson ve No End in Sight (2007)

Büyük bütçeli Hoolywood yapımları, "24" gibi aksiyon dolu diziler, tüm dünyaya sürekli ABD'lilerin ne kadar akıllı, teknolojik olarak ne kadar ileri, müthiş stratejist, süper akıllı, herşeye hakim, kimseye göz açtırmayacak adeta tanrıvari bir güce sahip oldukları yanılsamasını pompalıyorlar. Ne kadar amatör, ne kadar bağnaz, ne kadar akıldan uzak, ne kadar insanlıkdışı yönetildiklerini görmek için bu belgeseli izlemek yeterli. Artık alenen bilindiği üzere tamamen bir yalan üzerine, yani Irak'ın kitlesel imha silahlarına sahip oldukları argümanı üzerine başlattıkları fetihi (ki sanki Irak'ı İran'a karşı o anlamsız savaşta onyıllarca silahlandıran ve bunun üzerinden tüm petrol sermayesini kendi şirketlerine peşkeş çeken ABD değilmişcesine) ne kadar amatörce yönettiğine inanamayacaksınız. Irak coğrafyasında işgalin 1 birim askerle yapılıyorsa, işgal sonrası ülkede asayişin sağlanabilmesi için 2 birim askere ihtiyaç olacağı bilgisinin tecrübeli askerler tarafından önemle vurgulanmasına rağmen Bush yönetimi bunu tamamen göz ardı ediyor, ve ülke esasında göz göre göre bir kaosa sürükleniyor. Ülkenin her köşesi, müzeleri, bakanlıkları, kütüphaneleri talan edilirken hasar görmeyen, çünkü dokunulamayan, çünkü ABD tarafından korunan tek kurum; petrol bakanlığı!!!. İşgalin hemen akabinde görece idealist ABD yetkilileri, Irak güvenlik birimlerinin, asayişin sağlanmasında görevlendirilmeleri gerektiği yönündeki raporlarına rağmen, ABD'nin işgal sonrası ilk icraati, ülkenin en büyük işvereni konusundaki Irak ordusu ve polisini işsiz bırakması oluyor. Bir günden ertesine işsiz kalan bu insanların, ülkenin neredeyse tamamına tekabül eden aileleri büyük bir açlık ve çaresizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Bu da tabii insanların, bu durumdan istifade eden ve şimşek hızıyla büyüyen, güçlenen silahlı cemaatlere yönelmelerine yol açıyor. Farklı etnik kökenler ve mezhepler barından, Dünya savaşı sonrası ingilizlerin bir kalemle (ve tabii kendi emperyalist emelleri ışığında) çizdikleri sanal sınırlarla vücuda gelen Irak'ın dağılması bundan sonra kimseleri şaşırtmamalı. ABD'nin sadece son yüzyılda bu işlediği kaçıncı insanlık suçu, kimse gıkını çıkaramayacak mı, delirmemek elde değil!!!

20 Kasım 2013 Çarşamba

William Lewis ve Beyond Treason (2005)

Şu ara Suriye'de yaşanan trajedide kimyasal silahların kullanılmaması büyük bir zafermiş gibi tüm kesimler tarafından, suratlarda iğrenç bir sırıtmayla kutlanıyor. Kimyasal silahlarla ölen kişi sayısı 1 ise, konvansiyonel silahlarla ölenlerin sayısının 100 olması ise kimseyi bağlamıyor, yani mesaj "tabii öldürün, ama lütfen kimyasal kullanmayın". Tam bir kamera şakası. Bu şakanın baş aktörü ABD'nin körfez savaşı ve Kosova'da kullandığı füzelerin başlığında uranyum bulunduğunu biliyor muydunuz? Doğada uranyumun 3 farklı izotopu bulunuyormuş. Nükleer yakıt ve silahlar için kullanılan 2 izotopun miktarı, çıkarılan tüm uranyumun 1%'inden az. 99%'a tekabül eden izotopa sahip uranyumu da ABD füze başlıklarında kullanarak, füzelerin imha gücünü arttırmak için değerlendiriyormuş. Bu şekilde Irak'ta tonlarca uranyum kullanılmış. Bu uranyumun yarılanma zamanı, yani radyasyon yaymak suretiyle kütle ağırlığının yarısını kaybetme süresi tam 4 milyar yıl, yani bir nevi sonsuza kadar. Yakın mesafe füzelerde de kullanıldığı için, bizzat amerikan askerleri de radyasyona maruz kalmış, çoğu hastalanıp ülkelerine gönderildiklerinde kendi ailelerinde de, yaymaya devam etmekte oldukları radyasyonla, kanser vak'alarına sebep olmuşlar. Tüm bunlar hasır altı edilmiş. Irak halkının durumu ise tam bir facia. Belgeselin verdiği 5 kollu, 3 kafalı veya bir et yığını olarak doğan bebeklerin görüntülerinde ekrana bakamaz hale geldim. Laneeeeeeeeeeeeeeeeeet olsun diyorum bu zihniyete, ömür boyu huzur bulamazlar, beter olurlar umarım. Belgeseli izlerken sinirlerinize hakim olamayacaksınız, insan hakları konusunda her daim ahkam kesen medeniyetlerin olan biten tüm kötülüklere bir gözlerini yummaları karşısında sözler kifayetsiz kalacak.

19 Kasım 2013 Salı

Michael Moore ve Capitalism: A Love Story (2009)

Michael Moore, kendine has mizah anlayışıyla Amerikan toplumundaki en büyük çarpıklıkları gözler önüne sermeye devam ediyor. Bu eleştirilerin her daim merkezinde olan kapitalizmi daha da bir mercek altına alarak konuya damardan giriyor. ABD'nin güçlü şirketlerinin, çalışanlarına gizlice hayat sigortaları yaptırarak, onların ölümleri üzerinden milyon dolarlar kazanmalarından giriyor, 2009'da mortgage krizi olarak da bildiğimiz Wall Street'in çöküşünden, yine esasında her türlü kötülüğün sorumlusu olan bankaların zenginleşmelerinden çıkıyor. İnsanlara sahip oldukları evi ipotek ederek kredi almaya teşvik eden bankalar, insanları o kadar zorluyorlar ki, çok kolay ve hesapsızca borçlanan ve yarınını düşünmeden tüketen geniş kesimler, bu mutluluk zincirinin patlaması üzerine kredi borçlarını ödeyemez hale geliyorlar. Bankalar ise onların gözlerinin yaşına bakmadan evleri boşalttırıyorlar, yüz binler sokaklarda kalıyor, bankalar da bu kadar çok boşaltılan evi satacak kimseyi bulamadıkları için "zorda" kalıyorlar. O dönemde (esasında her dönemde) politikanın içinde hep bu bankaların "eski" yöneticileri bulunduğundan ve/veya politikada aktif olanların çoğunun da bu bankaların sponsorluğunda seçim kampanyalarından çıktıklarından, tüm kongre yoğun bir şekilde banka lobisinin baskısı altında olduğundan, bir anda bankalara 700 milyar dolar kaynak sağlanması, aksi takdirde tüm ülkenin batacağı iddiası/koca yalanı çığırttırılıyor. Buna rağmen kongrenin vicdanına sığdıramıyorlar, öneri önce reddediliyor, ama sonra ne yapıp edip hükümet bir yolunu buluyor ve 700 milyar bankalara peşkeş çekiliyor. Ve aklımın hiç almadığı/alamayacağı konu; bu 700 milyar doların nereye harcandığı/harcanacağı, ne şekilde kullanılacağı hiç bir şekilde sorgulanmıyor, zaten kanunen de sorgulanmayacak şekilde bir düzenleme yapıldığından sorgulanamıyor da. Michael Moore, banka yöneticilerine bu tarihten sonra dağıtılan bonusları, alınan özel jetleri bir yandan gözler önüne seriyor, diğer yandan da boşaltılmaya devam edilen evleri ve sokağa atılan ailelerin mağduriyetlerinin aynen devam ettiğini anlatıyor. Öyleyse ne oldu her kesimin vergileriyle bir araya gelen 700 milyar doların akibeti? İşte vahşi kapitalizmin akıl almaz marifetleri, boşuna dememiş Moore "Bir aşk hikayesi" diye...

18 Kasım 2013 Pazartesi

Robert Greenwald ve Iraq for Sale: The War Profiteers (2006)

ABD'nin, sosyalizmin karşısında en uçlara götürdüğü vahşi kapitalizmin savaşlara nüfuz etmesi on yıllardır süregeliyor, ancak en son Irak'ın fethi esnasında, uygulamaların insanlık dışı boyutu iyicene göz ardı edilemez bir hale geldi. Geniş halk kesimlerinin ihtiyaçlarının ortak paydası ihmal edilerek zengin sermaye sahiplerine peşkeş çekmek şeklinde gerçekleşen özelleştirmelerden savaş sektörü de fazlasıyla nasibini aldı. Daha önce ordunun zorunlu askerlerine yaptırdığı tüm hizmetler, birer birer özel firmalara ihale edildi. Tek amaçları kar etmek olan bu firmalar, aldıkları milyar dolarlık ihalelere her türlü dalavereyi karıştırarak, mesela hemen hiçbir eğitim vermeden sokaktan topladıkları işsiz güçsüzleri savaşa paralı asker olarak gönderince, ordu disiplininden tamamen uzak olan bu güruhun Abu Ghraib hapishanesinde uyguladıkları insanlık dışı işkenceleri, bir noktada dünya basını da görmezden gelemedi. Ordudaki askerlerden 5 kat yüksek maaş alan bu paralı askerler, hem de her türlü hukuki işlemden muaftılar. Ordunun askerleri işledikleri suçlar karşısında askeri mahkemelere çıkıp her türlü cezayı alabilirken, bu özel güvenlik şirketlerinin çalışanları sadece ülkelerine geri gönderiliyorlardı, ve bir başka firmada işe girerek tekrar aynı bölgeye geri de dönebiliyorlardı. "Iraq for Sale" belgeseli tüm bunları belgeleri ve tanıklarıyla gözler önüne sererken, ihalelerden en büyük paraları kazanan şirketlerin politikacılarla olan sıkı bağlantılarını da ortaya döküyor. Mesela Bush rejiminin savunma bakanı Rumsfeld en büyük ihaleleri birbiri ardına kazanan KBR şirketinin baş yöneticilerinden biri imiş. Halkın vergilerinin bu şirketlere peşkeş çekilmesinin tek sonucu sadece faali meçhul cinayetler ve faali belli işkence vak'aları değil. Aynı zamanda lojistik, yemek, bina inşaları gibi hizmetleri de ihalede alan şirketler, işleri üçüncü dünya ülkelerinden ithal ettikleri ucuz iş gücüne insanlık dışı ücretlerle ve hiçbir sosyal güvence vermeden yaptırıyorlar. Mesela kamyon şoförlerini, içine girecekleri hayati tehlikeleri tamamen göz ardı ederek, boşu boşuna çöle seferlere gönderebiliyorlar ki, devlete fatura edip paraya para demesinler. Tabii bu sayfalarca, hatta ciltlerce anlatılabilecek kadar bol malzeme içeren bir istismar kabusu. Çok başarılı olan ve mutlaka izlenmesi gereken belgeselde görüşlerine yer verilen Pratap Chatterjee bu konuda çok detaylı araştırmalar yapmış başarılı bir muhabir, konuyla ilgili şu yazısını da okumanızı salık veririm;
http://www.tomdispatch.com/post/175036/pratap_chatterjee_inheriting_halliburton_s_army

17 Kasım 2013 Pazar

Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media (1992)

Bu aralar maymun iştahıyla özellikle yakın tarihteki siyasi ve tarihi olaylara ışık tutan düşünürlerin kitaplarını paralel olarak okumaya çalışıyorum, bir kitabın bir bölümünde verilen bir referans üzerine birden o diğer kitaba geçiyor ve daldan dala konuyorum. İnsanoğlunun özünde kötü olduğuna olan inancım gittikçe pekişmekle birlikte ve esasında yaşanan korkunç olayların bu kadar göz önünde olmasına rağmen kimsenin farkında olmamasının verdiği son derece melankolik ve karamsar ruh haline rağmen adeta çivi çiviyi söküyor ve gözüme indirilmiş olan perdeler kalktıkça, resim berraklaştıkça hayatla daha baş edebilir ve daha güçlü hissediyorum kendimi.
Düşündükleriyle ve yazdıklarıyla başka bir boyuttan bizimle iletişiyormuş hissini veren Noam Chomsky'nin "How the World Works"ünü okurken, medyanın nasıl hükümetlerin icraatleriyle ilgili kamuoyunu yönlendirme amacıyla kullanıldığını, bu çarkların nasıl işlediğini bir bölümde özetlemesi ve de diğer bir kitabı "Manufacturing Consent"e gönderme yapmasıyla, bir anda o kitaba zıplayıverdim. Ülkemizde de çok güncel olan bir konu, ve "en iyisini ben bilirimci" tüm yönetimlerde benzer şekilde işleyen bir olgu. Kısa bir araştırma ile bu malzemenin filme de çekildiğini görünce hemen edinip izledik. Filmin fazlasıyla 80'ler kokan ve dağınık bir izlenim veren kurgusu eleştirilebilir, ancak içerik Chomsky'nin kitabı ve söylevleri üzerine kurulu olduğu için mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Contemporary İstanbul 2013

Contemporary özelinde 2011 ve 2012 yıllarındaki yazılarda vurguladığım bienal - contemporary kıyaslaması bu sene de aklımı en çok kurcalayan konuydu. 2013 bienaline tepkili olmam (bkz. Bienal 2013) üzerine Contemporary'e de farklı bir gözle bakmaya başladım, zira bu sene benim tamamen öznel görüşüme göre eserlerde (biraz hayal gücünüzü de zorlarsanız) sosyal ve toplumsal eleştiri vardı, ve eserler bunu son derece estetik bir dille ifade ediyorlardı. Tabii ki tüm galeriler politik eserler sergilemiyordu, burada tek amaç zenginlerin duvarlarını, koleksiyonlarını beslemek, kendimizi kandırmayalım. Ama belli ki o kesimde de böyle bir talep var, veya sanatçılar araya bir iki mesaj sıkıştırmadan eser yapamaz hale geldiler. Sonuç itibariyle kendimi oldukça sık "İşte benim hayalimdeki bienalde bulunacak bir eser" diye hayıflanarak gezinirken buldum.

On History - Tariq Ali and Oliver Stone in Conversation

Yönetmen Oliver Stone, ABD'nin anlatılmamış/anlatılmayan tarihiyle ilgili bir belgesel çekmeye karar verdiğinde düşünür/yazar Tariq Ali'yle bir dizi röportaj gerçekleştiriyor. Sonrasında bu konuşmaları bir kitapta toplanıyor. Şu notumda bahsettiğim üzere Tariq Ali'yi Salt Galata'da canlı dinleme fırsatını bulmuş, ve sonrasında da bulabildiğim youtube videolarını dinlemiştim. Yanlış hatırlamıyorsam Rothko Chapel'da yaptığı etkileyici konuşmada, New York'ta Oliver Stone'la görüşmesinin akabinde oraya geldiğini aktarıyor ve röportajlardan bahsediyordu. Ben de izlenecekler/okunacaklar listeme not düşmüştüm. Kitabı elime geçirince bir nefeste okudum. Düşüncelerini olabilecek en berrak bir dille anlatma yeteneğine sahip olan Tariq Ali'nin ağzından yakın tarihin çok net bir özetini almak ve mesela Dünya savaşlarının niye gerçekleştiğiyle ilgili alternatif ve çok mantıklı bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, emperyalizmin Avrupa devletlerinden ABD tekeline geçerken nasıl evrildiğine dair notlar okumak istiyorsanız bu kitabı kaçırmayın.


20 Ekim 2013 Pazar

Bienal 2013

2013 Bienal'inin "Anne, ben barbar mıyım" olan ana teması, ücretsiz olmasının da etkisiyle Gezi olayları sonrası büyük bir ihtimalle ziyaret rekorları kırdı ve her zamankinden daha fazla ses getirdi. Daha önce bienal yazılarında bahsettiğim üzere bienallerin toplumsal ve siyasi sorunlar üzerine düşünmeye sevk etmesi "toplum için sanat" anlayışı içinde olumlu, ancak her seferinde daha minimalistleşen sanat anlayışı bence artık sanatla bağını koparacak kadar uç bir noktaya geldi. Bir düşünceyi bir duruşu anlatırken kullanılan mecranın estetikten uzak ve özenilmemiş hali, bana şunu sordurtuyor; evde oturup belgesel izlesem, kitap okusam Dünya'da ters giden her konuda çok daha sağlıklı ve verimli bir şekilde kendimi bilgilendirmiş olmaz mıyım? Tam bu düşüncemi destekler şekilde bu sene bienal video olayını feci şekilde abartmış, neredeyse her iki eserden biri video, oturup hepsini izlemeye kalksanız günlerce bienal mekanlarından çıkamazsınız. Zaten deli gibi duvarlara iliştirilmiş yazıları okumak, ve hemen her eserde birşeyler anlayabilmek için katalogda dolanmak gerekiyor. Tüm armutlar pişsin ağzıma düşsün demiyorum, ama olay sadece entellektüel bir etkinliğe dönüştüğünde diğer tüm duyularımız yaya kalmıyor mu? Nerede şekiller, formlar, renkler, kokular, tınılar, nerede yaratıcılık, nerede özgünlük? Varsa yoksa yazı ve video.
Bienalle ilgili diğer bir sıkıntım ise İstanbul bienalini "İstanbul bienali" yapan otantik ve özgün mekanlardan niye koparıldı bu etkinlik? Sermayeye ait Salt'a Arter'e bu etkinliği tıkıştırmanın ne anlamı var? Facebook'ta paylaşılması üzerine okuduğum Ali Artun'un esaslı eleştiri yazısıyla sizleri başbaşa bırakayım;
"Anne Ben Hıyar mıyım?"

15 Eylül 2013 Pazar

Rock'n Coke 2013

Zamane gençliğinin festivali olarak Rock'n Coke'a, kendi gençliğimin beni dans pistlerinde en gaza getiren grubunun çıkacağını öğrenince bir "Hezarfen Havaalanı" gerçeğine rağmen yollara düştüm. Metrobüs kullanmama rağmen 3 saate yaklaşan bir yolculuk sonrası vardığım festival alanında parti tam hız gidiyordu. Arkadaşlarla sahnelerden sahnelere zap'leyerek kurtlarımızı döktük. Adını sanını duymadığım sayısız grupla coştum, bu arada aynı anda paralel olarak 4-5 sahnede konserlerin devam etmesine rağmen seslerin birbirine hiç karışmaması oldukça şaşırttı beni. Mp3 dünyasına geçtiğimizden beri müziği hiç hakkını vermeden tükettiğimiz gibi, her taraf konser olunca da aynı tüketim modeli bu sefer zamane festivallerine nüfuz etmiş. Birkaç saat içinde kaç konseri tam algılayamadan tükettiğimi kendim de sayamadım, hiçbir grubun adını da aklımda tutamadım. Arada beni festivale VIP sokan dostumda sırf sahne önü bileti var diye Teoman konserine de girdik, keşke müziğe hiç dönmeseymiş, hiper detone sesine 30 saniye kadar dayanabilip hemen zap'ledik. Saat gece 1'e yaklaşırken ve bizim bateri beni şarja tak diye çığırırken beklediğim "The Prodigy" sahneye çıktı. Muhteşem bir sahne ışığı eşliğinde, aradan geçen 20 seneye rağmen enerjilerinden zerre ödün vermemiş elemanlar hepimizi coşturdu. Çok şükür ki hemen başlarda "Firestarter"'ı çaldılar, çünkü onsuz çıkmam abi modunda olduğumdan konserin sonuna kadar bekleyebilir ve zaten pazartesi sabahı saatlerine yaklaşan festival ortamından uzaklaşmayı konser bitmeden kabul etmeyebilirdim.

18 Ağustos 2013 Pazar

Richard Linklater ve Before Midnight (2013)


Favori yönetmenlerimden Linklater'dan en son şu yazıda bahsetmiştim. "Before Sunrise" (1995) ve "Before Sunset" (2004)'te izlediğimiz ve bir nevi platonik aşkın sembolü haline gelen kahramanlarımız, meğer sonu açık kalmış olan "Before Sunset" sonrası bir arada kalmışlar, Ethan Hawke Amerika'ya dönüş uçağını kaçırmış (esasında binmemiş) ve Paris'te kalarak Julie Delpy'le olan gençlik aşkını yaşamaya karar vermiş. Aradan geçen 9 yılda ikili bir de ikiz çocuk sahibi olmuşlar. Çocuk sahibi olmanın bir ilişkiyi nasıl sınadığını, yaşamış olanlar bilir. Bu sefer Yunanistan'da geçirdikleri yaz tatilinin finalinde, çocukları dostlarına bırakarak baş başa bir gece geçirecekler. Hep olduğu gibi uzun yürüyüşlerin eşlik ettiği muhteşem diyaloglar, ilişkilerini içten ve sorgulayarak yaşayan tüm gönül gözü açık insanların duygularına tercüman oluyorlar.
Benim kuşağım özellikle çok şanslı, çünkü "Before ..." serisinin kahramanları, filmler gösterime girdiğinde hep bizimle yaşıt oluyorlar, bizim o günlerde hissettiklerimizi hissediyorlar, bizimle birlikte büyüyor, yaşlanıyorlar. Bir sonraki "Before ..." bölümünü heyecanla bekliyor olacağım.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

E.S.T. Symphony


Albümlerini çok beğenerek dinlediğim E.S.T'nin kurucusu, isim babası, beyni, herşeyi olan Esbjörn Svensson'un 2008 yılında vefatı üzerine grubun diğer elemanları bir şekilde ürettikleri projelerle, ismin yaşamasına ve festivallerin parçası olmasına vesile oluyorlar. İyi mi yapıyorlar pek emin değilim, bana biraz ismin mirasını tüketiyorlar gibi geliyor. Geçen sene Magnus Öström Caz festivalinde çaldığında yine kendi isminden çok E.S.T'nin adı ön plandaydı, ve o konseri pek beğenmemiştim.
Bu sene E.S.T'nin eserlerinin merkezde olması tabii çok daha cazipti. Ancak beğenilen eserlerin ille bir senfoni düzenlemelerinin yapılmasını, hele de yeterli hazırlık olmaz ise çok zorlama buluyorum. Koca bir orkestranın toparlanması ve müziği özümseyerek provalar yapılması madden mümkün olamayacağı için, o günlerde müsait olan müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturulan bir orkestra muhtemelen sadece bir iki prova ile konsere çıkıyorlar. Bu durumda hep ekşi ve zorlama bir tat alıyorum. Bu konserde de benim açımdan öyle oldu. Bir de kendi bir hatamı itiraf etmeliyim, konser biletleri numarasız olunca, en ön sıra da protokole ayrılmamış olunca, marifet gibi gidip en öne oturduk. Haliç Kongre merkezinin küçük salonunda en ön sıraya oturunca, zaten sahneye zor sığmış olan orkestra elemanları dibinizde oluyor, ve düz baktığınızda oturduğunuz yerden 60 çift ayak izliyorsunuz. Bir ayak fetişiniz yoksa oldukça rahatsız edici bir görüntü ve tabii çok dikkat dağıtıcı. Ayrıca önümüzdeki viyolonsellerden arka taraftaki hiçbir solisti görmek mümkün olmadı, durumun akustik dezavantajları da ayrı bir hikaye.
Söylenmeyi bırakıp biraz da müziğe gelirsem, cazla senfoninin bu düzenlemelerde buluşması bana hitap etmedi, bir tek bir iki rock sound'unda parça vardı, onlara orkestra yakıştı. Bol solistli konserde (bkz. Jacky Terrasson, Michael Wollny, Marius Neset, Dan Berglund, Magnus Öström), kendisini göremesem de gitarını çok net ayırt edebildiğim Sarp Maden'in tınıları da kulak zarımdaki en hoş titreşmelere vesile oldu.

16 Ağustos 2013 Cuma

David Sanborn Bob James Feat. Steve Gadd James Genus “Quartette Humaine”


Nerede kalmıştık?
Bu seneki İstanbul Caz Festivali, yaşanan olaylar dolayısıyla çok karambole geldi, ama biletleri edinen dostum sağ olsun, iki noktasından yakalamayı başardım.
İlk olarak çok uzun yıllardır Saksafon denince ilk akla gelen isimlerden ve caz dinleyicilerinin dışında da kitlelerle buluşmayı başarmış olan David Sanborn isim olarak öne çıktığı konseri, 9 temmuzda maalesef bir konser mekanı olarak hiç ısınamadığım, muhtemelen de hiçbir zaman ısınamayacağım Haliç Kongre Merkezi'nde dinledik. Beni konserde etkileyen David Sanborn'dan daha çok, uzun yıllardır birlikte projeler ürettiği ve müziğiyle bu konser vesilesiyle tanıştığım piyanoda Bob James oldu. Onlara basta eşlik eden James Genus da harikaydı. Konser boyunca kendisini arka planda tutan bateride Steve Gadd ise bis parçasında öyle bir solo attı ki, hem uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek, hem de etkinlik, otoparktan beş dakika erken çıkabilmek için, konserin biteceğini hisseden festivale özendimsilerin (kelime şu anda icat edilmiştir, tek hücreli, garip mahlukatları tasvir eder, bkz. terliksiler) depar atarak salondan çıkmaları ile sadece hak edenlerin dinleyebileceği özel bir ana dönüşmüştür.
Kısacası gezi semptomlarını tamamen silemese de bir hayli azaltmış, müthiş bir konser olmuştur.

11 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi


Bu güncede siyasete bulaşmayı ne kadar istemesem de, bugün düşündük ve hissettiklerimi yarınki bana anlatma, hatırlatma emeliyle birkaç cümleyi buraya not düşme ihtiyacı içerisindeyim. Ayrıca bu konuda iki kelam etmeden, film, konser yazılarına devam edemeyeceğimden, bu güncenin de sonu iyice yaklaşacak.

Toplumumuzun tüm kesimlerinin o veya bu sebeple hırpalandığı, ancak tarihe (her kesime göre farklı yorumlanabilecek sonuçlarıyla) iz bırakacağı kesin olan bir zaman diliminden geçiyoruz. Ben de direnmenin fiziki yorgunluğunun yanı sıra, fiziken direnmekten fazlasının şu aşamada elimden gelmemesi ve bu dirençten bir türlü arzu ettiğim ve inandığım içeriklerin çıkmamasının verdiği manevi yorgunluktan mağdurum. 

Bu topraklardaki on yıllardır, esasında yakın tarihe dikkatli bakınca yüz yıllardır süregelen kutuplaşma giderek yumuşayacağına maalesef giderek keskinleşiyor. Her ama her konuda iki aşırı uçtan birinde saf tutmayı toplumsal bir gelenek haline getirdik. Kendimi hiçbir gruba yakın hissetmiyorum, çünkü bu grupların neredeyse tamamı her konuyu “Siz”, “Biz” ve “Onlar” kategorilerinde yorumluyor. “Hepimiz” diyen, “İnsanız” diyen yok, kimi entelektüel birikimini, kimi dinini, mezhebini, kimi kanını üstün görüyor. En üzücüsü de, eğitim seviyesi yükseldikçe azalması beklenen ön yargıların daha da kemikleşmesi. Bu da nesillerin ne kadar ezberci, ne kadar vesayetçi, ne kadar dogmatik beslendiğinin çok net bir göstergesi. 

Uzun yıllardır apolitik olmakla itham edilen son nesil (ki bence de gerçekten çok apolitiklerdi) gezi olayları ile bir silkelendi, internet sayesinde çok hızlı koordine olabildi, Dünya’daki benzer örneklerden feyzalabildi ve çok farklı kaynaklardan beslenebildi. Ancak ilk bir iki günün sonunda, bu hareketin derinlik kazanması ve argüman üretebilmesi için yeterli vakit olmadığından ve/veya sayıca ve ses tonuca baskın bir “cumhuriyet mitingi” zihniyetinin parka hızlıca hakim olması sonucunda, günlerce hatta haftalarca Taksim’de ve diğer direnişlerde duyabildiğimiz en baskın slogan “Hükümet istifa” olabildi. Bunun ne kadar sığ ve eğreti bir talep olduğu ve gezi direncinin ruhuna ne kadar aykırı olduğunu anlayabilmek için bugün Mısır’da Tahrir meydanına 5 dakika gözleri çevirmek yeterli. Öyle veya böyle işleyen demokratik bir ülkede seçimle gelmiş bir partinin gidişi ancak ve ancak seçimle olmalıdır. Toplumun bir kesimi istedi diye toplumun diğer bir kesiminin oylarıyla iktidara gelmiş bir parti devrilmez, devrilmemeli. Bu topraklarda ve tüm Dünya'da bunun aksi oluşumların o yörelerin halklarına ne kadar ağır faturalar çıkardığı aşikarken, bunun aksini hayal etmek dahi en haklı davanın meşruluğuna zarar verir.

Ülkemizin en ciddi sorunlarından biri gerçekten de siyasi muhalefetin zaafları ve eksikleri. Ancak sadece siyasette değil, tüm bireylerin zihnindeki muhalefet anlayışının değişmesi gerekiyor. Muhalefet, “iyi” “kötü” ayırmadan, kendi dünya görüşünde olmayan birilerinin her söylediğine kafadan “hayır” demek veya kendi görüşlerini karşı tarafa ültimatomlarla dayatma anlayışı olmamalıdır. Evet bugünkü iktidarın ve de onun liderinin son derece dayatmacı bir üslubu bulunmaktadır, kendi dünya görüşlerini etraflıca bir toplum mühendisliğine soyunarak hayata geçirme gayretleri ve bu çabalarını da dayandıkları oy tabanlarının sayıca çokluğuyla meşrulaştırma girişimleri bulunmaktadır. Zaten bardağı taşıran da bu anlayış olmuştur, ama maalesef bu anlayış cumhuriyet tarihi (ve öncesi) boyunca görülmüştür. Kitlelerin ilk kez karşılaşmışcasına şaşkınlık içerisinde olmaları esasında şaşırtıcıdır. En basitinden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin icraatlerini tarafsız kaynaklardan okuyanlar, tarihin ne kadar "şaşırtıcı" bir şekilde tekerrürden ibaret olduğunu göreceklerdir, darbeler arasına serpiştirilmiş demokratikleşme çabaları da hep aynı hastalıktan muzdariptir. Dolayısıyla artık kemikleşmiş bir vesayetçi tarza aynı üslup ile karşılık vermek, cumhuriyet tarihi boyunca pek çok sebeple ezilmiş ve toplum mühendisliğinin alasına maruz kalmış (başta mütedeyyin kesim olmak üzere) tüm kesimlere bir gözdağı vermeye çalışmak, bu topluma hiçbir zaman çok hak ettiği barış ve huzuru getirmeyecektir. Tam tersine, güç sadece bir odaktan diğerine geçip duracak ve bu gücün altında halkın ezilmesi, kinle beslenmesi ve kutuplaşması sürmeye devam edecektir.

Meydanlarda hükümet devirmeye değil, kısıtlanan özgürlüklere ve vatandaşlık haklarına, gezi olaylarının çıkış noktası olan, bireylerin yaşadıkları mekanların, onlara danışılmadan yukarıdan dayatmacı usullerle dönüştürülmesine karşı çıkılmasına odaklanılması gerekir. Bu taleplerin, toplanarak, protesto ederek, slogan atarak, ama hiçbir şekilde şiddete bulaşılmayarak iletilmesi son derece meşrudur. Ancak doğru içeriklerin ve haklı taleplerin dile getirildiği tepkiler toplumun tüm kesimlerini kucaklayabilir. İktidara oy vermiş kesimlerin ötekileştirilmediği, aşağılanmadığı bir ortamda, o kesimlerden de bireyler yanlış bulduklarını dile getirme arzusunu/cesaretini gösterebilirler. Başta siyasiler olmak üzere, öfkeyle hareket eden her kesim, olayları/insanları sadece siyah ve beyaz olarak görmeye adeta ant içmiş bir şekilde, toplumsal depresyonun en diplerine doğru yol almakta. Sonsuz renk yelpazesinin, tüm renkleri emen, veya tümünü reddeden, yani esasında hiçbir rengin kendini göstermesine imkan tanımayan iki uç tonunda düşünmeye meyilli bir toplumun aradığı huzuru bulması zaten mümkün değildir. 

Gezi olaylarında bana en çok ümit veren ve en sahip çıkılması gerektiğini düşündüğüm olgu, farklı kesimlerin kardeşliği idi. Her türlü dini inancın, etnik kimliğin birbirine karşılıklı sevgi ve saygı ile bir araya gelmesi, hatta 3 büyük spor takımının kanlı bıçaklı taraftarlarının buluşması, şimdilerde yeryüzü sofralarında herkesin birlikte iftar açıyor olması, kardeşlik özleminin ve potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun birer göstergesi. Bu kaynaşma tüm ülkeye yayıldığında sorunlar kendiliğinden çözülecek ve birlikten gerçekten özgürlükçü bir güç doğacak. Bir de mizah anlayışının bu kadar gelişmiş olması, mizahın tansiyon düşürmedeki etkisi düşünüldüğünde son derece olumlu bir rol oynayacak. Bu mizah anlayışı daha geniş kitlelere ve dolayısıyla da meclise nüfuz ettiğinde sorunların çözümü çok daha kolay olacak.

Son söz olarak en büyük arzum, toplumumuzun tüm kesimlerini kucaklayan, bireylerin temel özgürlük haklarına saygılı, hoşgörülü, “Çoğunluk bizde, biz ne dersek o olur, biz halk için neyin iyi olduğunu halktan daha iyi biliriz” demeyen, vesayetçi anlayışın karşısında duran, mizah sahibi, kendisini eleştirebilen, eleştirten, sürekli gelişen, yerinde saymayan bir siyasi oluşumun bir an önce filiz vermesi. Kendimi hayatımın hiçbir döneminde siyaseten temsil edilmiş hissetmedim. 1% de oy alsa, benim gibi düşünenlere umut aşılayacak, gerektiğinde katkı sağlayabileceğim bir oluşum diliyorum.

19 Mayıs 2013 Pazar

Globe Tiyatrosu ve Kral Lear

Sabancı Vakfı ve Devlet Tiyatroları işbirliğiyle düzenlenen Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali'nde sahne alan İngiltere'nin köklü tiyatrolarından Globe Tiyatrosu, Shakespeare'in meşhur "Kral Lear" oyununu bir akşam da İstanbul Aya İrini'de sahneledi. Bu kadar önemli bir eseri, bu kadar güçlü bir ekipten, Aya İrini gibi büyüleyici bir atmosferde izlemek gerçekten unutulmaz bir deneyimdi.
Shakespeare'in hemen hemen tüm oyunları için geçerli olan, anlatıların hiçbir dönemde güncelliğini yitirmemesi, insanoğlu'nun bıkmadan usanmadan, varoluşunun her döneminde verdiği iktidar mücadelesinin acımasızlığı ve yıkıcılığı üzerine müthiş bir resmediş olan Kral Lear'de bir kez daha gözler önüne seriliyor.
 Topkapı Sarayı Müzesi genel müdürü Haluk Dursun rehberliğinde sarayı gezdiğimiz bir müthiş bir etkinlikten hemen sonra girdiğimiz oyunu izlemeye oldukça seçkin bir izleyici kitlesi gelmişti. Hemen iki sıra önümüzde Kenan Işık, Haluk Bilginer, Ayten Gökçer gibi isimler oturuyordu. Üzülerek belirtmeliyim ki, kendisi Londra'da çok önemli rollerde sahneye çıkmış olan ve Istanbul'da oyun atölyesi'yle sergilediği hiçbir oyununu kaçırmadığım Haluk Bilginer, eseri baştan sona sakız çiğneyerek izledi, bu duruma gerçekten akıl sır erdiremedim. Bu kadar önemli ve kültürlü bir oyuncu bunu yaptıktan sonra, ben bu güncede izleyicilerden ne kadar yakınsam nafile. Yine de bu falso dışında gecenin tadını kaçıracak başka bir kaza ile karşılaşmadık.
Oyun boyunca aklım hep Kurosawa'nın muhteşem "Ran"'ına gitti, ilk fırsatta tekrar bir izlesem diye düşündüm. Bu aralar film izlemeyi bir hayli ihmal etmiş durumdayım, belki "Ran" ile tekrar bir dönüş yaparım.

19 Nisan 2013 Cuma

Haset, Husumet, Rezalet - Arter

İstiklal Cadde'sinde dolaşırken her daim girilmesi gereken mekanlardan bir tanesi de Arter. Sergilerinde hep çağdaş sanatçılara ev sahipliği yapan Arter, bu sergisinde Emre Baykal'ın küratörlüğünde ve "Haset, Husumet, Rezalet" teması altında aşağıdaki sanatçıları bir araya getirmiş.

Selim Birsel
Hera Büyüktaşçıyan
CANAN
Aslı Çavuşoğlu
Merve Ertufan & Johanna Adebäck
Nilbar Güreş
Berat Işık
Şener Özmen
Yusuf Sevinçli
Erdem Taşdelen
Hale Tenger
Mahir Yavuz

En çok ilgimi çeken projenin detaylarını, eserin sahibi Erdem Taşdelen'in kendinden okuyalım;

Worrier
5-channel video installation
48' 23" / 43' 11" / 55' 54" / 56' 06" / 60' 29"
2013
For this project, I went to five therapy sessions with a psychotherapist over the course of two months to resolve my anxieties about my career and being an artist in general. I asked: What if I’m not creative enough? What would happen to me if I stopped being an artist? What satisfaction do I get from exposing myself? Why do I envy more successful artists? Will I be happy if I am successful? This work was produced with the support of ARTER specifically for an exhibition titled Envy, Enmity, Embarrassment curated by Emre Baykal. Although the presence of the cameras during the sessions necessitated a certain amount of self-editing, the videos are all shown in their entirety, which inevitably puts me in a vulnerable position and investigates whether a work of art can be viewed separately from its creator’s personality.

18 Nisan 2013 Perşembe

Duvar resminden korkuyorlar - Salt Beyoğlu

Sanat Dünyası'ndan pek çok önemli insanı bir araya getiren Görsel Sanatlar Derneği'nin 70'li yıllar ve askeri darbe esnasında başından geçenler, döneme net bir ayna tutuyor. Sıkı bir arşiv çalışmasıyla o yıllara ait pek çok belge, fotoğraf ve gazete kupürü bir araya getirilmiş. Salt Galata'nın duvarlarına dizili sayısız evrak saatlerce okunabilir, ama hızlıca bir bakış atmak dahi, o zaman diliminde yaşananlara dair çok net bir fotoğraf ortaya çıkarıyor. Günümüzde sanat ve sansür çerçevesinde sıkça yaşanan tartışmalara denk gelmesi ayrıca düşündürüyor. Serginin başlığı/sloganı da çok çarpıcı seçilmiş. İstiklal Caddesi'ne yolunuz düştüğünde, o kuru kalabalıktan kendinizi iki adımla kurtarıp nefes alabileceğiniz bu vahaya girebilirsiniz, ama nefesiniz başka bir türlü kesilir mi, onun garantisini veremem.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Çöl ve Deniz Arasında - Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi’nden Bir Seçki - Pera Müzesi

Pera Müzesi'nde "Nicholas Muray" ile eşzamanlı sergilenen bir diğer seçki de Ortadoğu kaynaklı. Farklı kuşak ve tarzlardan derlenmiş olan bu küçük seçki, bir bütünsellik arz etmezken çok özgün eserler ihtiva ettiği de söylenemez. Serginin tanıtımında sıkça kullanılan yukarıdaki eserde de net şekilde gözükebildiği üzere, yapıtların büyük kısmını batılı çağdaşlarından birine öykündürmek mümkün. Ortadoğu'nun en önemli koleksiyonlarından birine sahip olduğu belirtilen Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi, güzel eserlerini bence Pera ile paylaşmaktan imtina etmiş.

16 Nisan 2013 Salı

Nickolas Muray - Bir Fotoğrafçının Portresi - Pera Müzesi

Hollywood'da pek çok yıldızı fotoğraflamış olan Nickolas Muray, başarısını büyük markalar için yaptığı renkli reklam çekimleri ile yakalamış. Günümüzde gelişmiş dijital teknoloji ve photoshop zihniyeti ile mertliğin çoktan bozulduğu fotoğrafçılık sanatıyla kıyaslandığında etkisi zayıf kalabilen fotoğraflarını mutlaka o günün koşullarında değerlendirmek gerekiyor. Yine de pek etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. İlgilimi esas çeken, büyük aşk yaşamış olduğu Frida Kahlo'yu sayısız kere fotoğraflamış olması. Kahlo'nun bilinen bütün portre resimleri, Muray'ın parmağını deklanşöre değdirmesi sonucu kağıda gelmiş.


15 Nisan 2013 Pazartesi

Tehlikeli Oyunlar - Seyyar Sahne

Oğuz Atay'la tanışmam, pek çok gencimiz gibi melankoliden muzdarip ergenlik döneminde "Tutunamayanlar" ile olmuştu. "Tehlikeli Oyunlar" romanını okumamıştım, ama Seyyar Sahne'nin muhteşem uyarlamasıyla okumuş kadar oldum. Romanı okumadan bir uyarlamayı nasıl övebileceğim akıllara takılmış olabilir, ama oyunu izleyenler anlayacaklardır. Erdem Şenocak'ın tek kişilik ayakta alkışlanacak performansıyla roman kahramanları ile tanışıyoruz, tüm karakterleri aynı kişinin canlandırıyor oluşu, bu karakterlerin gerçek mi yoksa, baş karakterin hayal dünyasının bir parçası mı olduğunu sordurtuyor ki, benim algıma göre kesinlikle çok yalnız tek bir kişi söz konusu. Gerçi roman bu konuda okuyucuyu gerçek bir ikilemde bırakıyormuş, bunu da romanın artı hanesine yazalım. Son derece minimalist olan dekor sadece yan yana asılmış iki salıncaktan oluşuyordu, ancak hikaye anlatımında, müthiş bir koreografi ile sayısız sahnenin betimlenmesinde çok yaratıcı bir şekilde kullanıldılar. 130 dakika süren oyunun repliklerinin nasıl ezberlenebildiği muamması bir yana, sadece bu salıncaklarla gerçekleştirilen koreografinin bile akılda tutulunabilinmesi bana çok zor geldi. Dolayısıyla emeği geçenlere ve başta Erdem Şenocak'a şapka çıkarılır. Kaçırmayın.

Konsept ve Yönetim: Celal Mordeniz
Metni Düzenleyen ve Reji Danışmanı: Oğuz Arıcı
Metni Düzenleyen ve Oynayan: Erdem Şenocak

14 Nisan 2013 Pazar

Tariq Ali - Salt Galata

Pakistanlı düşünür, yazar Tariq Ali'yi çok yakın bir dostumun sayesinde Salt Galata'da dinleme şansına sahip oldum. Noam Chomsky ve Zizek kadar geniş kitleler tarafından tanınmasa da, en az onlar kadar ezber bozan, göz/zihin açan, tüm bilinenleri (bilindiğini sanılanları) sorgulatan bir hatip.
“Türkiye NATO İç ve Dış İlişkiler” başlıklı konuşmasında son derece yalın ve anlaşılır bir dille, içinde yaşadığımız çarkların nasıl döndüğünü, bağlı olduğumuz ipleri kimlerin tuttuğunu bir güzel anlattı. Bir beş dakika gecikerek vardığım Salt'ın bu güzel binasında içeri izdihamdan nasıl girerim diye endişelenirken, çok çok üzülerek boş bir salonla karşılaştım. Neredeydi İstanbul'un pek bilmiş aydınları, bilgiye aç pırıl pırıl gençleri. Söyleşinin sonunda gelen sorular da salonun büyük bir kısmını doldurmuş olan yabancılardan geldi. Sadece son soruyu soran, aksanından anlaşıldığı üzere bizim topraklardandı, o da 10 dakika konuşmasına rağmen sonunda bir soru sormadı, sadece yorum yaptım diye, yaptığı kakaya gururla bakan bir bebek misali sırıttı. Tariq Ali'nin çizdiği Dünya resmine mi dert yansak, ne olacak bizim insanımızın bu hali diye mi tasalansak bilemedik.
Konuşmayı kaçıranlar üzülmesin, konuşmanın tamamı aşağıdaki linkten izlenebilir. Tariq Ali'nin başta Rothko Chapel'de yaptığı konuşma olmak üzere tüm youtube kayıtlarını dinlemenizi salık veririm.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Mashrou Leila - Babylon

Beyrut'a olan hayranlığımdan, İbrahim Maalouf'un konseri üzerine yazdığım notlarda bahsetmiş, Mashrou Leila'nın müziğine bayıldığımı da belirtmiştim. Bir denk getirsek de Baalbek Festivali'nde onları yakalasak diye hayallar kururken, İstanbul'un hareketli konser hayatı bu rüyamızı da gerçekleştirdi ve onları Babylon'da izleme imkanına kavuştuk. Karizmatik solistleri ve hafif içedönük grup elemanlarıyla kulaklarımızı Lübnan kaynaklı müziğe doyurdular. Tek sıkıntı, İbrahim Maalouf konserindeki muhteşem izleyicinin yerini Babylon'da konser izlemeye gelmemiş, onun yerine bolca muhabbet edip kahkaha savurmayı gaye edinmiş garip bir güruhun almış olmasıydı, ama Mashrou Leila ile buluşmanın keyfini hiçbir şey kaçıramazdı.
Onları bir gün de Baalbek'te dinleyebilme dileğiyle...

24 Şubat 2013 Pazar

Oscar Ödülleri - En iyi oyuncular

En iyi kadın oyuncu ödülü : "Amour"'da Emmanuelle Riva'yı çok beğenmiş olmakla birlikte, bu yılki favorim "Zero Dark Thirty"'deki CIA ajanı rolüyle Jessica Chastain. İlk olarak "Tree of Life"'da izleyerek oyunculuk gücüne hayran olduğum Chastain her filminde etkileyici performanslar ortaya koymaya devam ediyor. Bin Ladin'in yakalanmasına önayak olan kadın ajan rolünde de çok başarılı.

En iyi erkek, yardımcı erkek ve kadın rollerinde favorilerim ayı filmden;

Paul Thomas Anderson ve The Master (2012)
Joaquin Phoenix'in vücuda getirdiği bir savaş gazisi, Philip Seymour Hoffman'ın canlandırdığı tarikat liderinin etkisi altına giriyor ve bir nevi köle-sahip ilişkisi yaşıyorlar. Muhteşem görselliğine rağmen, yönetsel zaafların filmin akışına ve ikna ediciliğine zarar verdiğini düşünüyorum, ancak Phoenix'in müthiş performansı, Hoffman ve eşi rolünde Amy Adams'ın oyunculuklarıyla birleşince ortaya çıkan sonuç ilginç ve izlenebilir. Bu üçlü hak ederek Oscar adayılar, ve başta Phoenix olmak üzere ödül alacaklarını tahmin ediyor ve umuyorum.

Oscar Ödülleri 2013 - En iyi Film

Bu gece Oscar ödülleri sahiplerini bulmadan değerlendirmemi, beğeni sırama göre yapayım;

Ang Lee ve Life of Pi (2012)
Bir fırtına sonucu okyanus ortasında batan bir gemiden sağ çıkabilen tek sandalı, bir delikanlıyla bir kaplanın paylaşması üzerine 2 saatlik bir film izleyeceğimi söyleseler, bunun ancak uçuk bir çizgi film olabileceğini düşünürdüm. Ama Ang Lee, yine yapacağını yaptı, tüm filmografisinde olduğu üzere bambaşka tarz bir eserle karşımıza çıktı, ve yine türünün en iyi örneklerinden birini verdi. Adaylar arasında kanımca en özgün ve kaliteli olanı.

Michael Haneke ve Amour (2012)
Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ile dönen bu filmin, Oscar Ödüllerinde hem en iyi yabancı film, hem de en iyi film dalında yarışması büyük bir sürpriz, tam elmayla armut kıyaslama durumu söz konusu. Haneke'nin her filmi gibi bu da müthiş bir eser, ancak beni diğer eserleri kadar sarsmadı. Bunun iki tane sebebi var; ilk olarak Haneke "Das Weisse Band" ile "EN" filmini yapmıştı, bundan daha iyi bir Haneke filmi düşünemiyorum, eğer onun yerinde olsam, üzerine bir şey eklemem mümkün olamayacağı için sinemayı bırakabilirdim. Bir de bu filmde işlediği iki tema, yaşlılık ve ölümcül hastalık, daha önce Andreas Dresen'in "Wolke 9" (2008) ve "Halt auf freier Strecke" (2011) filmlerinde oldukça güçlü ve vurucu şekilde işlenmişti.

David O. Russell ve Silver Linings Playbook (2012)
Aday filmler arasından çıkan en hoş sürpriz oldu. Ruhsal sorunları olan ve Bradley Cooper tarafından çok başarılı şekilde canlandırılan bir öğretmenin, bir süre kaldığı klinikten çıkarak eve dönmesiyle, hayata tekrardan adapte olma sürecini anlatan bu kıvamında komedi, karşısına yine ruhsal sorunlar yaşayan bir kadının (Jennifer Lawrence) çıkmasıyla sevimli bir romansa dönüşüyor.

Kathryn Bigelow ve Zero Dark Thirty (2012)
Bu listenin diplerinde bulunan "Argo"'ya olan tepkimin önemli bir kısmını etik açıdan filmi yargılamamdan kaynaklanıyordu. Ancak bu durum kötü oyunculuklar ve kötü yönetmenliklen de birleşiyordu. Bin Ladin'in yakalanış hikayesini anlatan Bigelow ise güçlü bir kadroyla oldukça sağlam bir film koyuyor ortaya. Amerikan tarafını (her ne kadar zaaflarını da gösterse) fedakar kahramanlar, karşı tarafı ise hamam böceği misali ezilesi, işkence edilesi caniler olarak tasvir etmesini ise bir kenara not etmek gerekir.
 
Steven Spielberg ve Lincoln (2012)
Gerçekten şaşırdım, ABD'nin en efsani liderlerinden biri Spielberg gibi klişelere meyleden bir yönetmen tarafından resmedilince, ortaya vıcık vıcık bir amerikan vatanperverlik bulamacı çıkar diye düşünmüştüm. Sinirlerimin sağlam olduğu bir dönemde izlemeye gayret ettiğim yapım, tersine sadece Lincoln'ün köleliğin kaldırılışı için verdiği mücadeleye, anaakım izleyicisini sıkma pahasına, odaklanıyor.

Benh Zeitlin ve Beasts of the Southern Wild (2012)
Bu film hakkında yorum yapmak oldukça zor. ABD sınırları içinde vahşi doğada bağımsız hayat süren bir grup insanın büyük sel felaketiyle varoluşlarının tehdit altında kalmalarını anlatan eserin çok özgün olduğu kesin, ancak filmin dağınık yapısı, izlenmesini biraz güçleştiriyor. Başrolündeki küçük kızın (en iyi kadın oyuncu adayı) performansı da filmin biraz önüne geçiyor.

Quentin Tarantino ve Django Unchained (2012)
Tarantino, bilindiği üzere sinema tarihine şiddeti estetize etmesiyle özgün bir imza attı. Bu imzanın günümüz gençliğine etkisinin etik tartışmalara yol açmasını bir yana bırakırsak, benim için önemli olan, filmleri şiddetten arındırıldığında geriye ne kaldığıdır. "Inglorious Basterds" (2009)'da kalan beni son derece tatmin ederken, "Django Unchained"'de kalan hayal kırıklığına uğrattı. Christoph Waltz ce DiCaprio'nun başarılı performansları da filmi kurtaramazken, Jamie Foxx'un canlandırdığı, özgürlüğüne yeni kavuşan kölenin sahip olduğu inanılması güç yüksek özgüven de hikayenin tutarlığına darbe vuruyor.

Ben Affleck ve Argo (2012)
Şu yazıda film hakkında son derece olumsuz olan tepkimi dile getirmiştim. Ödülü alması tam bir soytarılık olur.

Tom Hooper ve Les Misérables (2012)
Her yıl bu ödüllerden bahsederken, mutlaka bir filmi izlerken büyük acı çektiğimden bahsederim. Bu yıl "Les Misérables"'ı izlerken çektiğim acıyı ve hissettiğim sıkıntıyı tasvir etmem çok zor. Hugh Jackman ve Russell Crowe' müzikal söyletmek hangi aklıevvelin fikri idiyse tebrik ediyorum. Hemen hiçbir parlak anı olmayan bir müzikalın, zayıf müzikalitesi, amatör seslerle buluşmasıyla ortaya çıkan sonucun, yılın en iyi filmi ünvanına aday olması, "Argo"'yla birlikte bu yılki olağan Oscar skandalları. Hugo'nun "Sefiller"'ini okumamış olup okumayı da düşünmeyenler, bu hikayeyi 1998 yapımı usta yönetmen Bille August'un elinden çıkmış, ve başrolünde Liam Neeson'ın bulunduğu filmden dinlesinler.