24 Temmuz 2012 Salı

Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü

İstanbul Caz festivali kapsamında gerçekleşen "Caz için tuhaf bir yer" sloganlı konserin mekanı Sakıp Sabancı Müzesi, konser öncesi güncel sergisini gezmek isteyenlere kapısını açmıştı. Ben de fırsattan istifade ederek, hızlı bir şekilde galerinin salonlarını dolaştım ve daha önce haberdar olmadığım bir sanat hareketinden eserler gözlemleme şansına erdim. Kobra'yı kendi kelimelerimle anlatmaya çalışmak yerine, Müzenin kendi sitesinden aşağıdaki bülteni buraya kopyalama tembelliğine sığınayım;

 "S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat ortamını şekillendiren Kobra akımının öne çıkan eserlerinden oluşan geniş bir seçkiyi, Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü adlı sergiyle ağırlıyor. Adını sanatçıların geldikleri Kopenhag, Brüksel ve Amsterdam’ın ilk harflerinin bileşiminden alan Kobra, 29 Haziran’da ziyarete açıldı. Kobra sanatçıları tarafından hayata geçirilen ve yalnızca 1948-1951 yılları arasında uygulanan bu avangard akım 60’ın üzerinde eser ile temsil ediliyor. Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkinin 400. yıl kutlamaları kapsamında gerçekleştirilen sergi, Hollanda’daki Kobra Modern Sanat Müzesi ve ABN AMRO Bank’in özel koleksiyonuna ait eserleri, ilk kez Türkiye’ye getiriyor. Seçki; tablo, heykel, kumaş, seramik, kağıt üzerine işler, caz müziğinden ilham alan çalışmalar ve belge niteliğindeki malzemelerden oluşuyor.
Sergide, Kobra döneminin öne çıkan isimlerinden Karel Appel’e ait “Femme, Enfants, Animaux” (Kadınlar, Çocuklar, Hayvanlar) isimli ünlü tablonun yanı sıra Eugène Brands, Constant, Corneille, Asger Jorn gibi sanatçıların imzasını taşıyan önemli eserler de yer alıyor. Ülkemizde ilk kez sanatseverlerle buluşacak sergi; ABN AMRO Bank, De Meeuw Group / ABC Prefabrik, Gözde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı, İpragaz, Merck Serono, TMF Group ve Hollanda Kraliyeti’nin desteğiyle gerçekleştiriliyor.
Sergiyi ziyaret edenler, Kobra akımının gelişiminin yanı sıra, 1930-1960 yılları arasında Avrupa ve Türkiye’deki sosyal, tarihsel gelişmelerin paralel kurguyla anlatıldığı keyifli bir yolculuğa çıkıyor. Tarihsel önem taşıyan görüntülerden oluşan siyah-beyaz belgesel ise Kobra akımı başladığında dünyada nelerin olup bittiği konusunda izleyenlere fikir veriyor. 16 Eylül’e kadar sanat severlerle buluşacak “Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü” sergisi kapsamında, çocuklara yönelik eğitim programları da yapılıyor."

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Keith Jarrett & Gary Peacock & Jack DeJohnette

18 Temmuz Çarşamba, 20:00, Haliç Kongre Merkezi, Sütlüce
Caz Festivalinin benim için kapanışı muhteşem oldu. Haliç Kongre Merkezi'nin akustiğinin ne kadar kötü olduğunu Dany Brillant konserindeki faciadan dolayı biliyordum ve Keith Jarrett'i bu salonda izleyeceksem kesinlikle iyi bir yerden izlemeliyim diye düşünürken yüksek bilet fiyatlarının bir hayli ürkütücü olduğunu fark ettim. Yardımıma koşan bir dostum mükemmel bir yerden ikimize davetiye ayarladı ve müthiş finalin önündeki son engel ortadan kalktı. Bana Dünya'da kimi canlı izlemek istersin deseler hiç düşünmeden Keith Jarrett derdim. Lise yıllarımdan beri (20 yılı geçmiş) albümlerini özellikle de solo albümlerini Köln, Viyana, Bremen, Lausanne, Paris sayısız kez dinlediğim Jarret'i canlı izleme hayalim gerçek oldu, ve hayallerimin de ötesinde etkilendim. Gerçi Keith Jarrett'in konser adabı konusunda taviz vermez tavrı biraz gerilim yaratmadı değil, öncelikle işten çıkıp bu trafikte nasıl saat 20:00'de Sütlüce'deki bir konsere geç kalınmayacağı konusunda bir hayli kafa yormak gerekiyordu. Kendi özelimde bu sorunu metrobüsle çözdüm. Sonra bir de konser esnasında sessizlik konusu vardı ki, Keith Jarrett, bir öksürük veya telefon sesiyle konserleri yarıda bırakmasıyla nam salmış bir sanatçı. Salonda sayısız anons yapıldı. Herkes çok usluydu, insanlar nefeslerini tutmuşlardı, her an biri bir saçmalık yapacak ve muhteşem konser yarıda kalacak gerginliği dahi konserin büyüsünü bozamadı. Gerçi ikinci yarıda tam Keith Jarrett konsantre olacak ve parçaya girecekken, elini tuşlara dokundurmasıyla bir cep telefonu çaldı ve Keith Jarrett ellerini havaya kaldırarak aman tanrım dedi. Neyseki parçaya tekrar giriş yaptı ve yarıda kesmedi. Bir sonraki parça öncesi bu sefer sayısız kez anons edilmesine rağmen fotoğraf çekmeye çalışan birine ayar verdi. Seyirciyle o ana kadar hiç konuşmadığı halde mikrofona gelerek özetle "anı küçük bir kareye sığdırmaya çalışmak yerine müzik /caz dinlemeye kulağınızı verin" dedi. İçimin nasıl yağları eridi anlatamam, tüm sanatçıların bizim seyircimize bu muameleyi yapması gerekir, müstehaktır, taa ki bizler adam olana kadar. Bu bir iki ufak olay dışında seyirci nasıl mum gibiydi anlatamam, dolayısıyla benim sinirlerime hiç iş düşmedi, ruhumun bir elekten geçerek, irili ufaklı tüm taşlarından kurtulduğunu hissettim. Salon yine eko yaptı, sanki DeJohnette'in davuluna balkonlardan davullarla, zillerle cevap verenler vardı, ama yerimiz çok iyi olduğundan idare ettik. Jarrett'in kariyerinin başından beri, hem albüm yapmak, hem de konserler vermek için sürekli bir araya geldiği 70'lik abilerimiz Gary Peacok ve Jack DeJohnette de yaşlanmayla ilgili korkularımı tamamen gidererek döktürdüler. MUHTEŞEMDİ.

22 Temmuz 2012 Pazar

Caz için Tuhaf Bir Yer

3 mini konseri barındıran bu etkinlik için doğru slogan şu olmalıydı; "Caz için tuhaf insanlar". Konser katılımcıları hakkındaki bitmek bilmez dırdırımdan sıkılmış olanlar, kendi ruh sağlıkları için bu satırları lütfen okumasınlar. Sakıp Sabancı müzesi gibi "nezih" bir mekanda olacak etkinlik için en alt kıyafet kodu herhalde ince kumaş bir pantolon ve gömlek olur diye düşünmüş ve bu şekilde arz-ı endam etmiş iken, konsere gelenlerin büyük kısmının parmak arası terlik ve şortlarla konsere teşrif etmiş olmaları üzerine, zaten bir kendimi yabancı hissetme hali hasıl olmuştu. Bu kendime esasında hiç yakıştıramadığım elitist tonu bir yana bırakmaya çalışsam da, asıl sorun insanların konsere plaj kılığında gelmiş olmaları değil, kendilerini gerçekten plaja gelmiş olduklarını sanmalarındaydı. Hatta bir plaj çok daha sakin ve huzur dolu olabilirdi. "Ayakta" izlenmesi öngörülmüş konser, "yürürken, konuşurken" olarak algılanmıştı ve herhalde müzisyenlere olan saygılarından bu güruh hiç yerinde rahat durmadı, sürekli devinim halindeydi ve sürekli ellerinde içkileri, bağıra çağıra muhabbet etti, ve tabii sürekli sigara içti. Sanatçılardan o kadar utandım ki, gerçekten yerin dibine girmek istedim. Bu insanlar bu mekanlara niye gelir, niye bu müziği dinler gibi yapar (hatta onu dahi yapmaz), gerçi bu soruların cevapları belli. İnsanlara tahammül edemediğimden artık sinemaya kesinlikle gitmiyorum ama onun çözümü kolay. Konser sanatçılarını salonumda ağırlayamayacağıma (ne muhteşem bir hayal değil mi) göre, bu insanlara katlanmaktan veya konserlere gitmemekten başka bir çarem maalesef bulunmuyor. Ben de sigara dumanlarından kaçış dansları yaparak, bağıra çağıra konuşanlardan sakınma amaçlı sürekli yer değiştirerek caz dinlemeye gayret ettim ama gerçekten bitap düştüm.
Konsere gelirsek, ilk olarak geçmişte rahmetli Estbjörn Svensson'un davulcusu olan ve Arkeoloji müzesindeki konserde Lars Danielsson'a davulda eşlik eden Magnus Öström, kendi grubuyla 1 saatlik bir mini konser verdi. Bana çok hitap etmedi, zaten zaman sinirlerimi yatıştırmakla ve kendimi doğru yere konumlamaya gayret etmekle geçti. "Ya gerçekten 1 dakika susuuuun" diye çığlık çığlığa bağırmamak için kendimi bir hayli zor tuttum, ama zaten bağırsam da, o sırada ayakları yorulmaya başlamış terliksi canlılar başka şeylerle meşguldüler, zira oturma yerleri icat etmeye çalışıyor ve müzenin bulabildikleri tüm duvar ve sütunlarına tırmanma girişimlerinde bulunuyorlardı.
Magnus Öström davul
Danıel Karlsson piyano
Andreas Hourdakıs gitar
Thobıas Gabrıelsson bas
 14 Temmuz Cumartesi, 20:00, Sakip Sabancı Müzesi
Ardından daha ilginç ve bu festivalde trompet / saksafon ikilisine olan özlemimi doyuracak bir grup çıktı; Ninety Miles. Bir de isminin marimba olduğunu öğrendiğim bir vurmalı çalgı vardı, çok etkileyiciydi. Müzikle bağı olmayan güruh, müzenin bahçesindeki muhtelif çimenlik alanlara tünediği için de seyir keyfi arttı.
Stefon Harrıs vibrafon, marimba
Nıcholas Payton trompet
Davıd Sanchez tenor saksofon
Edward Sımon piyano
Rıcky Rodrıguez bas
Terreon Gully davul
Maurıcıo Herrera vurmalı çalgılar
Bugge Wesseltoft ve arkadaşları saat 24:00 gibi sahne aldığında, IKSV'nin 24:00'da kaldırdığı (niye konser sonunda değil, bir muamma) deniz motoruna binmezsem, Emirgan'dan Caddebostan'daki evime nasıl döneceğimi bilemediğimden, bir de yukarıda değindiğim üzere yıpranmış olduğumdan,  geceye veda etme vakti gelmişti, dolayısıyla üçüncü mini konseri izleyemedim. Diğer konserlerde dimdik ayakta kalmış sinirlerim, bu sefer beni alaşağı etmişti.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Erykah Badu

13 Temmuz Cuma, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi
Erykah Badu da Antony gibi sahneye çıktığı anda aurasıyla beni hipnotize etti. Çok uzun yıllardır albümlerini dinlerim. Ama yine aynen Antony'de olduğu gibi müziği şahsıyla vücuda gelince özel bir tılsım ortaya çıkıyor. Konser boyunca yerimde duramadım. Arkamdakiler laf eder diye ayağa kalkmaya konserin sonlarına kadar cesaret edemeyince konserin başında merdivenlere akın ederek dans eden gençleri gıptayla izledim, keşke ben de onlara konserin en başında katılsaydım. Neyseki son bir kaç parçada artık zaptedemez hale geldiğim bacaklarımı özgür salıverebildim. Konserin güzelliğini kelimelere sığdırmaya çalışarak kendime de bu satırlara denk gelenlere de işkence etmiyeyim ama aşağıya şu notu düşmeden geçemeyeceğim;
hayır sinirlenmedim ama gerçekten acıdım, bu insanlara acımaktan başka bir şey elimden gelmiyor. Konserin sonlarına doğru iyice bir sevgi kelebeği formuna bürünen Badu seyircilerin arasına girerek onlara dokunmayı arzu ediyor. "hayran oldukları" sanatçıya dokunma mesafesinde olan primitif yaşam formları ne yapıyorlar, telefonlarına sarılıp fotoğraf çekmeye çalışıyorlar, niye? hatıra olsun diye mi? hayır, hiç olur mu, facebook'ta ve artık bir de instragram'da paylaşıp beğeni toplamayı umuyorlar. Yaşadıkları anla ilgilenmiyorlar, başkalarına "bakın neler kaçırıyorsunuz" derken, anı esasında kendileri kaçırıyorlar. Beğenilme arzusu artık hayatlarını hapse almış bir dijital programda bir kaç tıklanmaya indirgenmiş durumda. Bence matrix yavaş yavaş gerçek oluyor. Söyleyecek başka şey bulamıyorum, bu sanal buhran bir yerde çok fena çuvallayacak veya benim gibiler yeryüzünden silinecek. Bu sözleri sadece fotoğraf çekmek için bir tarafını zedeleyenler için değil, konserin büyük bölümünü telefonunun ekranına bakarak geçiren, minik tuşlarına dokunarak dünya'yla ve hayatla bir bağ kurmaya çırpınan garip ve acınası insansı türü için sarf ediyorum.

20 Temmuz 2012 Cuma

Lars Danielsson ve Liberetto

12 Temmuz Perşembe, 21:00, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Avlusu 
Festivalin en güzel sürprizi bu konser oldu. Kontrabasçı Lars Danielsson'un müziğini tanımıyordum. Bu sayede çok sevdiğim bir konser mekanı olan Arkeoloji Müzesinin avlusunda yerimizi alırken herhangi bir beklenti içerisinde değildim. Konserin başlamasıyla mükemmel bir ekip Lars Danielsson'un 2012 tarihli son albümü "Liberetto"'dan eserler icra etti ve bizi bizden aldı. Caz gruplarında liderin kontrabasçı olması sık rastlanan bir durum değil, Danielsson hem kontrabasından hem de zaman zaman değiştirerek eline aldığı çellosundan çok farklı ve unutulmaz tınılar çıkardı. Grubun lideri olmasına rağmen performansta ağırlık çok demokratik bir şekilde tüm enstrümanlara dağılmıştı; Yaron Herman piyanoda, John Parricelli gitarda ve Magnus Öström davulda hepimizi büyülediler. Konserin sonunda herkes coşkuyla ayakta alkışlıyordu. Israr üzerine bir kez daha bis yaparak çalmaya başladıkları esere birden ezan sesleri eşlik etmeye başladı. Önce şaşıran fakat bozuntuya vermeyen dörtlü, ezan sesine mükemmel bir şekilde eşlik ederek, insanın hayatta kolay kolay şahit olamayacağı bir anı bize yaşattı.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Antony And The Johnsons

Nerede kalmıştık? En son mayıs ayında Cannes Film festivali esnasında, bir sene öncesinin yarışma filmlerinden bahsetmeye karar vermiştim, söz edeceğim filmleri bir sıraya dizmiştim, ama sonra zamanlama & motivasyon ayarını tutturamayınca uzunca sarktı, üzerine yazacak bir ton film, dizi, aktivite birikti, ve yine yazmak istediklerimin altında ezildim. Zaman geçtikçe de kafayı toparlamak zor oluyor, esasında en ideali, mesela bir filmi izlemeyi bitirir bitirmez veya bir konserden çıkar çıkmaz klavyeye sarılmak olmalı. Takip ettiğim güncelerin pek çoğu benzer bir şekilde kuruyorlar, yazma sıklıklarına baktığımda hep aynı şekilde seyrelip kayboluyorlar, şu anda sanırım internet ölü günceler cennetine (cehennemine) dönüşmüş durumda, ara ara reader'da temizlik yapmak ve ruhunu teslim etmişleri yeni güncelerle ikame etmek gerekiyor. Neyse ben parmaklarımı bir kez daha doğrultup, geçirdiğim muhteşem caz haftasından notlar düşmek istiyorum ki gelecekteki hafızası zayıflamış bana neler hissetmişim hatırlatabileyim.
9 Temmuz Pazartesi, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi 
Çok hazırlıksız (yani biletsiz) yakalandığım Festival kapsamında ilk izlediğim konserin grubu Antony and The Johnsons'ın uzun yıllardır müziklerini beğenerek dinliyordum, ancak sıkı hayranı olmam 2007 yılında yanmış Şan tiyatrosunda verdikleri muhteşem konserle gerçekleşti. Bence bir konserde olması gereken, sunulanın, en başta müzikal anlamda, evde CD'den dinlemenin çok üzerinde bir tecrübe yaşatabilmesi. Antony'nin inanılmaz özgün ve duygu yüklü, titrek sesi CD'de biraz mekanik kalabilirken kanımca konserde inanılmaz bir samimiyetle insanın derisinin altına nüfuz ediyor. Konserin başından sonuna kadar ürperiyor ve çakırkeyif bir ruh haline giriyorum. Bu seneki konsere gelirsek, Cemil Topuzlu'da uzun zamandır konser takip etmiyordum, hem aşırılaşan bilet fiyatları, hem de son yıllarda, toplu sigara içim mekanı haline gelmiş olması beni gerçekten çıldırtıyordu. İKSV'ye bu konuda kaç kere yazı yazdığımı hatırlayamıyorum. Günde bir iki tane içen insanlar bile açıkhavada konsere gidince iki paket sigara bitiriyorlar, bunun nasıl bir haksızlık olduğunu sigara içen insanlara anlatmak gerçekten bir hayli güç. Tüm bunlara bir de izleyici kitlesinin kalitesizleşmiş olması eklenince; uzun zamandır görüşmeyenlerin konsere gelince sohbet muhabbete dalması mı dersiniz, hayatını sadece facebook'ta paylaşmak için yaşayan zavallıların en iyi kareyi yakalama çabaları mı dersiniz, insanoğluna olan nefretimi anlatmaya kalkışmam bu konserle ilgili not düşmeme tamamen engel olabilir.
Neyse gelelim artık pozitif satırlara; Kamusal alanda sigara yasağı artık açıkhava konser alanlarını da kapsadığı için sinir krizi geçirmeden ve ciğerlerimize kanser çekmeden müzik dinleyebilmek mümkün hale geldi. Yine de yasağı delenler oluyor, hiç utanmadan sıkılmadan hala sigara yakabiliyorlar ama en azından uyarı yapılabilecek bir kural var ortada, mesela tam önümde oturan süngerimsi parazit konserin sonuna doğru bir tane yaktı, ters bir tepki verirse konser bana zehir olacağı için içimden küfrede küfrede dumanları yuttum. Bir de konser biter bitmez herkes yakmaz mı, yahu kardeşim bir dışarı çıkmayı bekleyin ne olur. Kısacası SİGARADAN VE SİGARASIYLA HUNHARCA VE UMURSAMAZCA ÇEVRELERİNE ZARAR VERENLERDEN NEFRET EDİYORUM.
İnanın yazarken deliriyorum, şu anda herhalde vücudumda adrenalin ölçümü yapılsa enteresan değerler çıkar. Neyse konsere bir kez daha dönmeyi deneyeyim; Şan tiyatrosunun büyüsü maalesef yoktu, ama zaten bunu beklemiyordum, (bu arada geçen hafta bu konser sebebiyle farkındalığım dürtülmüş olduğundan, önünden geçerken baktığımda Şan tiyatrosunun bir şantiye gibi demir levhalarla çevrildiğini gördüm, eğer AVM sığdıramıyorlarsa muhtemelen zincir otel yapıyorlardır, neyse bu konuya hiç girmiyeyim, tansiyonum şimdiden fırladı) Ses düzeni çok iyi değildi, bence bu tür bir konserde kusursuz olmalıydı. Antony'e eşlik eden Filarmonia İstanbul dağınıktı, ya orkestra/şef yetersizdi, ya da yeterli prova yapılamamıştı. Antony'nin sesi çıplak olarak tek başına bir konsere yetebilecekken yanına bir orkestra iliştirmek gereksizdi. AMAAAAAAA Antony muhteşemdi. Konseri Selda Bağcan'dan "Vurulduk Ey Halkım" ile açtı ve başından sonuna kadar yüreklerimizi sürükledi. Gerçekten çok özel biri, sözleriyle müziğiyle insanın en derinlerine işleyen bir ozan. Seyirciyle kurduğu diyalog inanılmazdı, hepimizle sohbet etti, müthiş mesajlar verdi, adeta tüm kötülüklere karşı müziğiyle duran bir misyoner gibiydi. Dünya'yı artık annelerin yönetmesinin zamanının geldiğini ve dünyayı mahvetmekle meşgul erkeklerin elinden kontrolü, kadınların alması gerektiğini söyledi. Son konserinden bu yana her şeyin daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye gittiğini sorduğunda tüm seyirci tek ağızdan "daha kötüye" diye böğürdü, Antony de Dünya'nın neresinde bu soruyu sorsa aynı cevabı aldığını, ama hala umut olduğunu söyleyerek seyirciyi teselli etti. Sonra eşcinsel haklarından bahsetti, her ailede bir eşcinsel olabildiğine, eşcinsellerin hayat dolu renkli kişilikler olduğuna, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerektiğine değinirken, seyircilerin arasından esaslı bir homofob "Music" diye bağırarak, özetle kısa kesmesini arz-ı beyan ettiğinde muhteşem bir cevap aldı; "konuşmak da müziktir, ve ben konuşuyorum" Neyseki seyirciden bir destek alkışı koptu. Çok hassas bir karaktere sahip olduğu malum Antony yine de bir hayli kırılmış olacak ki, başka bir boyuttan geliyormuş hissi verdiği güzel mesajlarına devam etmedi. Şimdi soruyorum, nasıl insanlardan nefret etmeyeyim, bu mahlukatlara nasıl tahammül edeyim?
Neyse bir nevi deşarj olduğum bu epey asabi yazıya esasında çok özel bir gece geçirdiğim ve çok mutlu olduğum notuyla son vereyim.