26 Şubat 2012 Pazar

Roman Polanski ve Carnage (2011)

İzlemiş olduğum Polanski filmlerinden şu yazıda daha önce bahsetmiştim. Bu gece Oscar ödülleri açıklanacak ve hiçbir dalda aday olmaması beni en çok şaşırtan film "Carnage" oldu. Keza hem oyunculuklar, hem de film muhteşem. Yasmina Reza'nın zekice yazılmış, tek mekanda geçen oyunundan uyarlanan film, çocukları kavga etmiş iki çift ebeveynin "sivilce" bir araya gelerek, "yetişkince" sorunu irdelemelerini anlatıyor. Jodie Foster, Kate Winslet, Christoph Waltz, John C. Reilly, dördü de çok çok iyiler ve filmi insan sonuna kadar nefesini tutarak izliyor. Hem çok güldürüyorlar, hem de çok düşündürüyorlar. Tespitler o kadar kusursuz, o kadar evrensel ki öncelikle Reza'nın kalemini tebrik etmek gerek. İnternetten araştırdım, oyun olarak devlet tiyatroları da bu sene "Vahşet Tanrısı" ismiyle oynuyor. Fırsat bulursam mutlaka izlemek istiyorum.
Film hararetle tavsiye olunur.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Genco Erkal ve Ben Bertolt Brecht

Genco Erkal ne yapsa izlemek gerekir, bu sefer de Brecht'in öykülerinden şiirlerinden muhteşem bir oyun uyarlamış. Günümüzde maalesef artık muhalif sanat tam bir cesaret örneği haline gelmişken, Genco Erkal en büyük muhaliflerden Brecht'in ağzından açıyor ağzını yumuyor gözünü. Kurt Weil'in Brecht'in sözlerine yazdığı müzikleri sahnede canlı icra eden piyanist Yiğit Özatalayın ve güzel sesi ve güçlü oyuculuğuyla Tülay Günal da Erkal'ı mükemmel bir şekilde tamamlıyorlar. Bir ara kısık ve bastırılmış bir sesle seslendirdikleri devrim marşına, bütün bir salon fısıldayarak eşlik ettiği an çok özeldi. Zaten eser boyunca defalarca ürperdim. Anlatılan öykülerden en aklımda kalanı izninizle orijinal dilinde sanal hafızama not düşmek isterim; "Eğer köpek balıkları insan olsaydı"
Oyunu izlediğimiz Muammer Karaca salonu çölde bir vaha misali, salonsuz kalmak üzere olan Beyoğlu'nda türünün son örneklerinden. Herhalde boyutları AVM olmaya henüz uygun bulunmamış, tam cadde üzerinde olmaması onu kurtarıyor, ama caddede yer kalmayınca her an bir kahve zincirinin elinde ipi çekilebilir. Emektar  Emek ve Taksim Sahne'si tarihe karıştı, eski sinemalar bir bir kapandı, AKM yıllardır atıl durumda. Bir tek Ferhan Şensoy sağolsun, Ortaoyuncular'ın sahnesi direniyor.

Wenn die Haifische Menschen wären (von Bertolt Brecht)

"Wenn die Haifische Menschen wären, fragte Herrn K. die kleine Tochter seiner Wirtin, "wären sie dann netter zu den kleinen Fischen?"
"Sicher", sagte er. "Wenn die Haifische Menschen wären, würden sie im Meer für die kleinen Fische gewaltige Kästen bauen lassen, mit allerhand Nahrung drin, sowohl Pflanzen als auch Tierzeug. Sie würden dafür sorgen, dass die Kästen immer frisches Wasser hätten, und sie würden überhaupt allerhand sanitärische Maßnahmen treffen, wenn z.B. ein Fischlein sich die Flosse verletzten würde, dann würde ihm sogleich ein Verband gemacht, damit es den Haifischen nicht wegstürbe vor der Zeit.
Damit die Fischlein nicht trübsinnig würde, gäbe es ab und zu große Wasserfeste; denn lustige Fischlein schmecken besser als trübsinnige.
Es gäbe natürlich auch Schulen in den großen Kästen. In diesen Schulen würden die Fischlein lernen, wie man in den Rachen der Haifische schwimmt. Sie würden z.B. Geographie brauchen, damit sie die großen Haifische, die faul irgendwo rumliegen, finden könnten. Die Hauptsache wäre natürlich die moralische Ausbildung der Fischlein. Sie würden unterrichtet werden, dass es das Größte und Schönste sei, wenn ein Fischlein sich freiwillig aufopfert, und sie alle an die Haifische glauben müßten, vor allem, wenn sie sagten, sie würden für eine schöne Zukunft sorgen. Man würde den Fischlein beibringen, dass diese Zukunft nur gesichert sei, wenn sie Gehorsam lernten. Vor allen niedrigen, materialistischen, egoistischen und marxistischen Neigungen müßten sich die Fischlein hüten, und es sofort melden, wenn eines von ihnen solche Neigungen verriete.
Wenn die Haifische Menschen wären, würden sie natürlich auch untereinander Kriege führen, um fremde Fischkästen und fremde Fischlein zu erobern. Die Kriege würden sie von ihren eigenen Fischlein führen lassen. Sie würden die Fischlein lehren, dass zwischen ihnen und den Fischlein der anderen Haifische ein riesiger Unterschied bestehe. Die Fischlein, würden sie verkünden, sich bekanntlich stumm, aber sie schweigen in ganz verschiedenen Sprachen und könnten einander daher unmöglich verstehen.Jedem Fischlein, das im Krieg ein paar andere Fischlein, feindliche, in anderer Sprache schweigende Fischlein, tötete, würde sie Orden aus Seetang anheften und den Titel Held verleihen.
Wenn die Haifische Menschen wären, gäbe es bei ihnen natürlich auch eine Kunst. Es gäbe schöne Bilder, auf denen die Zähne der Haifische in prächtigen Farben, ihre Rachen als reine Lustgärten, in denen es sich prächtig tummeln läßt, dargestellt wären.
Die Theater auf dem Meeresgrund würden zeigen, wie heldenmütige Fischlein begeistert in die Haifischrachen schwimmen, und die Musik wäre so schön, dass die Fischlein unter ihren Klängen, die Kapelle voran, träumerisch, und in der allerangenehmste Gedanken eingelullt, in die Haifischrachen strömten.
Auch eine Religion gäbe es ja, wenn die Haifische Menschen wären. Sie würde lehren, dass die Fischlein erst im Bauche der Haifische richtig zu leben begännen.
Übrigens würde es auch aufhören, dass alle Fischlein, wie es jetzt ist, gleich sind. Einige von ihnen würden Ämter bekommen und über die anderen gesetzt werden. Die ein wenig größeren dürften sogar die kleineren fressen. Dies wäre für die Haifische nur angenehm, da sie dann selber öfter größere Brocken zu fressen bekämen. Und die größeren, Posten innehabenden Fischlein würden für die Ordnung unter denn Fischlein sorgen, Lehrer, Offiziere, Ingenieure im Kastenbau werden.
Kurz, es gäbe erst eine Kultur im Meer, wenn die Haifische Menschen wären."

24 Şubat 2012 Cuma

Tophane Art Walk 2012

Evvelki hafta Tophane'deki sanat yürüyüşünü bir arkadaşımla birlikte gerçekleştirdik. Tophane'ye nüfuz etmeye başlamış olan ufak ufak galerileri, bir haritası olan broşürle teker teker ziyaret ettik. Kimisi hoşuma gitti, kimisinden fazla bir şey anlamadım, ama ilginç olan tarihsel bir dönüşüme şahitlik etmiş olmaktı. Düşünsenize kıraathanelerin arasında tek tük sanat galerileri, çok ilginç bir manzara var, belki bir 10 yıl sonra tamamen dönüşmüş olacak bu muhit ve İstiklal caddesi ile İstanbul Modern arası İstanbul'da sanatın nefes aldığı akciğerleri olacak buraları.
Ara ara düzenleniyor bu art walk'lar ve bir pazar günü boyunca tüm bu galeriler açık oluyor. Denk gelirseniz dolaşmanızı öneririm.

23 Şubat 2012 Perşembe

Lynne Ramsay ve We Need to Talk About Kevin (2011)

Uzunca bir süre Oscar'a aday filmlerden bahsettim, biraz da aday olamamış, ama aday olmuşların büyük kısmından çok daha iyi filmlere değinelim.
Lynne Ramsay'ın 2002 yapımı "Morver Callar"'ından daha önceki bir yazımda bahsetmiştim. Uzun bir aradan sonra yeni filmiyle oldukça ses getirdi. Film beni de gerçekten çok etkiledi, birkaç gün etkisinden çıkamadım, sahneler gözümün önünden gitmedi.
Seyahat etmeye ve özgürlüğüne düşkün bir kadın (Tilda Swinton), anne olduğunda, hayatını tamamen dönüştüren, yeni doğan bebeğiyle birbağ kurmakta zorlanıyor ve sonraki yıllarda bunu ne kadar telafi etmeye çalışırsa çalışsın, doğası da zor bir çocuk olan oğlu işleri hep zorlaştırıyor ve annesiyle tam bir iktidar mücadelesine girişiyor. Annenin, pek çok diğer annenin de yapabileceği hataları var ama film bize klişe kötü bir anne portresi çizmiyor, sadece ne yapacağını şaşırmış genç bir kadın izliyoruz. Ebeveynlerin yaptıkları her hata bu filmdeki gibi çok aşırı sonuçlara yol açmasa da, her anne baba kendilerine bir nebze ayna tutan bu filmde kendilerinden izler bulabilir. Çocuk sahibi olmakla ilgili tereddütleri olanlar, ebeveyn olmanın ağır sorumluluğundan iyice ürkebilecekleri için bu filmden uzak dursalar iyi olur. Senenin kesinlikle en iyi filmlerinden, izledikten sonra büyük ihtimalle kendinizi bir hayli sarsılmış hissedeceksiniz, kafamıza bu darbeyi geçiren Ramsay'i tebrik etmek gerek.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Nigel Cole ve Made in Dagenham (2010)

Cole'ün daha önce izlemiş olduğum filmi A Lot Like Love (2005) pek kayda değer bir film değildi ama son filmi "Made in Dagenheim" bence bu sene en iyi film Oscar'larında "The Help"'in yerine aday olmalıydı. İki filmi birebir kıyaslamak mümkün, çünkü ikisi de 60'lı yıllarda geçiyor, ikisi de kadın kahramanlar önderliğinde yoğun kadın dayanışması içeriyor ve biri ırkçılığı eleştirirken, diğeri de cinsiyet ayrımını eleştiriyor.
Gerçek bir hikayeden yola çıkan film, Britanya Dagenheim'daki Ford fabrikasında çalışan kadınların, erkeklere göre çok daha düşük maaş almalarına baş kaldırmalarını anlatıyor. Baş kahramanı canlandıran Sally Hawkins, ondan alışık olduğumuz üzere çok iyi bir performans sergiliyor, bence Viola Davis'ten de çok daha başarılı. "The Help"'de olduğu gibi bu filmde de komedi unsurları var ama çok daha kaliteli bir mizah anlayışıyla. Sonuç itibariyle "Made in Dagenheim" her açıdan "The Help"'den daha iyi bir film.

21 Şubat 2012 Salı

En iyi animasyon film Oscar adayları 2012

5 aday filmden üçünü izleme şansım oldu, beğeni sırama göre değinirsem;

Tono Errando, Javier Mariscal, Fernando Trueba ve Chico & Rita (2010)
Eserin 3 yönetmeninden Trueba, güzel filmi "Belle epoque" (1992) ile hafızamda yer etmişti. "Chico & Rita" 1940'ların Havana'sında müthiş Küba müzikleri eşliğinde bir aşk hikayesi olarak başlıyor. Kader Chico ve Rita'nın yollarını 50'lilerin New York caz kulüplerinde tekrar kesiştiriyor. Charlie Parker, Dizzie Gillespie gibi caz Dünya'sının büyük isimlerinin performanslarına şahit olma ve dönemin atmosferini gözlerimize çekme imkanı sağlıyan film, en iyi film Oscar'ının en güçlü adayı "The Artist"'le, hem bir döneme saygı duruşu olması, hem de anlattığı aşk hikayesiyle oldukça benzeşiyor. Bu iki film, kategorilerinde benim tartışmasız favorilerim.

Jean-Loup Felicioli, Alain Gagnol ve A Cat in Paris (2010)
Paris dekorunda, etkileyici renklerle bezenmiş, güzel anime edilmiş bir hikaye, ancak hırsız, mafya, polis üçgenindeki konu oldukça sıradan. Keşke isminin çağrıştırdığı gibi bir kedinin gözünden Paris hikayesi olsaydı.

Gore Verbinski ve Rango (2011)
Karayip Korsanları serisinin yönetmeni Verbinski'nin yönetmenliğini yaptığı "Rango" iyi anime edilmiş ilginç karakterlere sahip, vahşi batı türüne el atmasıyla da bir animasyon film için özgün ama bizlerin Kemal Sunal filmlerinden bildiğimiz, bir sakarın şans eseri güçlü biri zannedilmesi hikayesi ve işlenişi bana sıradan ve sıkıcı geldi.

20 Şubat 2012 Pazartesi

George Clooney ve The Ides of March (2011)

En iyi uyarlama senaryo dalında Oscar adayı olması itibariyle, Oscar adayı filmler serisine ekleyeceğim filmin yönetmeni, hikayede Amerikan başkanı rolünü de canlandıran George Clooney. Clooney daha önce "Confessions of a Dangerous Mind" (2002) ve "Good Night, and Good Luck." (2005) ile kendini yönetmenlik alanında da kanıtlamıştı.
Clooney, "The Ides of March" ile politik konulara değinmeye başarılı bir şekilde devam ediyor ve Amerikan başkanlığı seçimlerinin kulis arkasında neler döndüğünü gözler önüne seriyor. İnsanların, seçtiklerini sandıklarını başkan konusunda nasıl keklendiklerinin, her şeyin bir halkla ilişkiler cambazlığından ibaret olduğunun güzel çizilmiş resmidir. Başkan adayının kampanyasının beyni rolünde Ryan Gosling ve yan rollerde Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti gibi çok güçlü isimler var. Sağlam kadro ve sürükleyici politik konu, Clooney'in kıvamında yönetmenliğiyle birleşince iyi bir film çıkarıyor ortaya. Bir başyapıt olmamakla birlikte, bence en iyi Oscar filmi adaylığını George Clooney'in başrolde olduğu "The Descendants"'tan daha fazla hak ediyor.

19 Şubat 2012 Pazar

Phyllida Lloyd ve The Iron Lady (2011)

Abba'nın güzel müzikleri ve Meryl Streep, Lloyd'un 2008 yapımı müzikali "Mamma Mia!"'yı sıkıcı ve sıradan olmaktan kurtaramamıştı. Yönetmen, "The Iron Lady" ile Meryl Streep'in de büyük katkısıyla çok daha ilginç bir film ortaya çıkarmış. Streep, Britanya'nın meşhur kadın başbakanı Margaret Thatcher'ı çok çok iyi canlandırıyor. "Julie & Julia"'da çok hak edip alamadığı en iyi kadın oyuncu Oscar'ını bu defa mutlaka almalı.
Filmin kurgusu da hoşuma gitti, oludukça yaşlanmış, ve akıl sağlığını korumakta güçlük çeken Thatcher, bir nevi hapis olduğunda evinde geçmişe dönerek politika hayatında yaşadıklarını hatırlıyor. Bana bu kurgu yoğun şekilde "Iris"'i hatırlattı, neyseki onun kadar uç noktada hüzünlü değildi. Ülkesinde çok tartışmalı bir politik figür olan Thatcher'ın ne kadar doğru tasvir edildiği tartışılır, ama bundan bağımsız olarak film baştan sona ilgiyle izleniyor.

18 Şubat 2012 Cumartesi

David Fincher ve The Girl with the Dragon Tattoo (2011)

Stieg Larsson'un "Millenium üçlemesinden şu yazıda bahsederken, serinin ilk bölümünün David Fincher tarafından tekrar çekileceğinden bahsetmiş ve umarım hayal kırıklığı olmaz demiştim. Orijinalini seyretmeyenler için bir hayal kırıklığı olacağını da sanmıyorum, çünkü gerçekten de Fincher filmi iyi kotarmış. Ama Niels Arden Oplev'in 2009'da çektiği orijinal versiyonu izlemiş olanlar, Fincher'ın bu filmin üzerine hiç ama hiçbir şey ekleyememiş olduğunu görerek üzülecekler. Yeni versiyon, orijinali hatırımda kaldığı kadarıyla kare kare aynı çekilmiş. Mekanlar bile farklı değil. En iyi kadın oyuncu Oscar'ına aday olan Rooney Mara'nın performansı fazlasıyla övülüyor, ama onu övenlere bu rolü bir de Noomi Rapace'dan izlemelerini tavsiye ederim, ejderha dövmeli kızı canlandırmıyor, adeta yaşıyor.
Umarım Fincher "Se7en" (1995) ve "Zodiac" (2007) ile çok iyi örneklerini verdiği seri katil filmlerinin başarılarına böyle tekrar çekimlerle zarar vermeye devam etmez, kendini daha özgün yapımlara verir. 
İki filmi de izlemediyseniz kesinlikle 2009 yapımı orijinal versiyonu izlemenizi tavsiye ederim.

17 Şubat 2012 Cuma

Rodrigo García ve Albert Nobbs (2011)

Glenn Close'un en iyi kadın oyuncu Oscar adaylığı dolayısıyla haşır neşir olduğum "Albert Nobbs", genç yaşında kimsesiz kalan bir kızın, 19. yüzyılda hayatta kalabilmek adına erkek kılığına girip garsonluk yapmaya başlamasını, sonra da ileri yaşına kadar bu kimliğe hapsolmasını anlatıyor. İlginç bir konu ama işleniş şekli ve Glenn Close'un performansı beni hiç tatmin etmedi. Bir kadının yıllarca erkek rolünü şüpheye mahal vermeyecek şekilde sürdürebilmesi her ne kadar gerçekçi değilse de en azından cinsiyetinden bağımsız olarak karakteri daha gerçekçi çizilebilirdi, onun yerine ortaya hafif Şarlo'yu andıran garip ve kurmaca bir karakter çıkarılmış. Öyle olunca da filmin geriye kalanı inandırıcılığını tamamen yitiriyor. İyi bir kadro ve iyi bir malzemeye yazık olmuş.

16 Şubat 2012 Perşembe

Chris Weitz ve A Better Life (2011)

Sınırı kaçak olarak geçip, Los Angeles'da uzun yıllar bahçıvanlık yaparak geçinmeye çalışan bir Meksikalı'nın hikayesini anlatan film, sayısız türdeşinin söylediklerini tekrar etmekten ileri gidemiyor. Çok çalışan baba, oğluna kendisininkinden daha iyi bir yaşam sağlamak istiyor ama hayat ona acımasız davranıyor. Yönetmenin bunları anlatırken klişelere fazla başvurmaması ve duygu sömürme konusunda faul yapmaması filmi izlenebilir kılıyor, ama o kadari bir başyapıt beklememek lazım. Baba rolündeki Demián Bichir'in en iyi erkek oyuncu Oscar'ı şansı mucizelere bağlı.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Tomas Alfredson ve Tinker Tailor Soldier Spy (2011)

Alfredson'un "Let the Right One In" ile 2008'de kazandığı başarı, onu hızlı bir şekilde Hollywood'a transfer ettirmiş gözüküyor. Film, yönetsel açıdan ortalamanın üstünde olmakla beraber, içerik olarak pek parlak değil. John Le Carré'nin, soğuk savaş döneminde geçen ve istihabarat teşkilatları arasındaki kızgın rekabeti ve birbirlerinin arasına ajan sokma girişimlerini anlatan romanını, bir film formatına sığdırmaya çalışmak, zaten baştan kaybetmeye mahkum bir girişim. Tüm olaylar gereğinden fazla hızlı gelişiyor, ne olduğunu ve kimin kim olduğunu takip edebilsek de (burada yönetmene ve hikayeyi uyarlayana artı puan verebiliriz) filmden almamız gereken hazzı, hissetmemiz gereken gerilimi hissedemiyoruz.
Gary Oldman'ın iyi bir oyuncu olduğuna şüphe yok ama bu filmde canlandırdığı karakterle, yoğun miyop gözlük camlarının arkasında kaybolan ve film boyunca bir kez bile değişmeyen donuk yüz ifadesi düşünüldüğünde, en iyi erkek oyuncu Oscar'ına aday olması şaka gibi.

14 Şubat 2012 Salı

Stephen Daldry ve Extremely Loud & Incredibly Close (2011)

Daldry, 2000 yılında "Billy Elliot"'ın hikayesini anlattığında çok etkilenmiştim. Britanya'nın bir taşra kasabasında, gelir düzeyi yüksek olmayan ve maço mizaçlı erkeklerin ağırlıkta olduğu bir ortamda 11 yaşındaki Billy dansçı olmayı hayal etmiş ve bunun zorlu mücadelesini vermişti. Daldry, sonraki filmi "The Reader"'da (2008) ise Kate Winslet'a Alman aksanlı ingilizce konuşturarak biraz saçmalamıştı, inandırıcılık sorunu bence sadece bununla da sınırlı değildi, dolayısıyla filmi beğendiğimi pek söyleyemem.
Son filmi "Extremely Loud & Incredibly Close" ile en iyi film Oscar'ına adaylık kazandı, ama bence film "The Reader"'ı dahi aratıyor. 11 eylülde İkiz Kuleler'e yapılan saldırıda babasını kaybeden "Billy Elliot" yaşlarında bir çocuğun geçirdiği zor dönemi anlatıyor. Sömürüye çok açık bu konuyu korktuğum şekilde sömürmemiş olsa da filmin ciddi başka sorunları var. Bunların içinde en önemlisi, çocuk öyle cümleler kuruyor ki, bırakın onun yaşındakileri, yetişkinlerin büyük kısmı dahi bu tür cümleleri ömürlerinde kurmuyorlar, senaryoda mantıksızlıklar bununla da kalmıyor, dolayısıyla sonuç inandırıcılıktan bir hayli uzakta.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Steven Spielberg ve War Horse (2011)

Her sene Oscar adayı filmlerden en az bir tanesi bana çok acı çektirir, filmin sonunu zor getirim, beni neredeyse sinemadan soğutur. İşte o film bu sene "War Horse". Sürekli Hollywood diye bahsettiğim ekolde, midemi bulandıran ne kadar klişe varsa bu filmde yüksek dozda bulunuyor (hatta yer yer overdoz, tıbbi önlemler alarak izlemekte fayda var). İspiyon vermekten çekinmeden konuyu tek cümlede özetlemek gerekirse, fakir bir çocuğun yetiştirdiği at elinden alınarak savaşa gönderilir, sonra kendisi büyüyüp savaşa giden delikanlı, yaralı ve kör bir vaziyetteyken, yine yaralı ve bu sebeple vurulmak üzere olan atının sesini duyar, ıslık çalar, at da onun ıslığını tanır, kavuşurlar. Bu arada arka planda film boyunca hiç durmayan yaylı çalgılar, filmin parlak anlarını daha da parlatma konusunda hiç çekimser durmazlar. Yapmayın yahu bu kadar da olmaz dedirten bir klişeler yumağı. Yazıklar olsun Spielberg ve bu filmi en iyi film kategorisine koyan akademi üyeleri. Acaba "Schindler's List"'i, "Munich"'i, "Catch Me If You Can"'i çeken başka bir yönetmen miydi diye düşünüyor sinefil.

12 Şubat 2012 Pazar

Alexander Payne ve The Descendants (2011)

Payne'in daha önce izlemiş olduğum "About Schmidt" (2002) ve "Sideways" (2004) filmlerini beğenmiş biri olarak bu filmden çok ümitliydim, ama tam bir sükut-u hayal oldu. Filmin tek ilginç yanı açılışıydı, çünkü özellikle 80'li yıllardaki dizilerle (başta Aşk Gemisi olmak üzere) kafamızdaki cennet imajı Hawaii ile bir hayli örtüşmüştü, ancak film orada yaşayanların da insan olduğunu, insanın olduğu yerde de acının, sıkıntının eksik olmadığını hatırlatıyordu. George Clooney, eşi bir kaza sonucu komaya giren işkolik bir adamı canlandırıyor. Bu olay sonrasında gözünü işinden özel hayatına çevirmek zorunda kalan karakter, hem kızlarıyla ilgilenmek, hem de gözünden kaçmış hayatın gerçekleriyle başa çıkmak zorunda kalıyor. Anlatılanlar bana çok sıradan geldi, yer yer de çok mantıksız. Akşam geç saatte kafanızı çok vermeden izleyeceğiniz ve bir daha da hatırlamayacağınız bir TV filmini andırıyor. George Clooney'in oyunculuğunu beğenirim ama bu filmde ödül alacak bir performans göremedim. Zaten bu kadar vasat bir filmde oyunculuğu öne çıkarmak da oldukça zor olurdu.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Tate Taylor ve The Help (2011)

Amerika'lıların, siyahları köle olarak kullanmaları, kağıt üzerinde uzun yıllar önce sonlandıysa da, pratikte bunun 1960'lı yıllarda ne şekilde devam etmiş olduğunu gözler önüne seren film, hikayesini ufak kasaba burjuvazisinin, evlerinde çalıştırdıkları "yardımcı"larını ne kadar acımasız bir şekilde sömürdüklerini göstererek anlatıyor. Kalabalık oyuncu kadrosu başarılı, zaten bol sayıda Oscar adaylığı da çıkardılar. Filmin beni rahatsız eden yanı, çok ciddi bir konunun, karakterlerin fazlasıyla karikatürize edilerek anlatılmış ve filmin sıklıkla bir komediye dönüşmüş olmasında. Belki fazla muhafazakar bakıyorum ama bence komik değildi. Bizleri gözyaşlarına boğan bir dram olsaydı demiyorum, ama konu daha gerçekçi bir yaklaşımla adeta bir belgesele yaklaşsaydı çok daha etkileyici olurdu. Ama tabii o zaman gişe de getirmezdi, ödüllere aday da olamazdı. İşte büyük prodüksiyon sinemasının olmazsa olmaz çıkmazı.

10 Şubat 2012 Cuma

Bennett Miller ve Moneyball (2011)

Amerikan Beyzbol ligi ve sinema denince ortamdan tabana kuvvet uzaklaşma hissi hasıl oluyor, ama yönetmen beni bu filmi izlemeye ikna etti, nasıl mı? Daha önce beğendiğim "Capote" (2005) filmini çekmiş olarak.
Bu tür filmlerde beni ürküten klişelere yer vermiş olmasına rağmen, spor dünyasının kulis arkasına dair ipuçları vermesi, filmi benim açımdan izlenebilir kıldı. Gerçek bir hikayeye dayanan film, istatistikler ve yenilikçi analiz teknikleri kullanılarak, bütçesi kısıtlı bir takıma başarı kazandırılmaya çalışılınması üzerine kurulu. Mesela atış şekli çok komik gözüken biri ciddiye alınmıyor, ama istatistiklere bakıldığında çok farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Toplumun gözü önünde olan politikacılar, sanatçılar gibi sporcuların da kişilikleri, görünüşleri, davranış şekilleri olumlu veya olumsuz gerçek performanslarının önüne bir duvar örebiliyor. Film dışından örnek vermek gerekirse, David Beckham'ın sadece futbol yeteneği, olduğu gibi başka birine aktarılsa, Dünya'nın en çok konuşulan futbolcusu yine de ortaya çıkabilir miydi? Bunu sorgulatması, filmi benim için bir vakit kaybı olmaktan çıkardı.
Miller, "Capote"'de Philip Seymour Hoffman'a en iyi erkek oyuncu ödülünü, Catherine Keener'a da en iyi yardımcı kadın oyuncu adaylığını kazandırmıştı. Şimdi aynı kombinasyonu Brad Pitt ve Jonah Hill için tekrarladı. Herhalde ödül almak isteyenler, onun filmlerinde oynayabilmek için artık ekstra bir efor sarf edecekler. Bence Jonah Hill ödül alabilir ama Brad Pitt kendisinden alışık olduğumuz ortalama oyunculuğu sergiliyor, ödüllük bir performans yok ortada.

9 Şubat 2012 Perşembe

Michel Hazanavicius ve The Artist (2011)

Oscar ödüllerinin açıklanması yaklaşırken, aday filmlere ardısıra değineyim. En iyi film aday sayısı arttırıldığından beri çok iyi filmlerin yanırısa bazıları vasat, bazıları oldukça kötü, hatta bana göre yılın en kötü filmlerinden olabilecek yapımlar da listeye girmeyi başarabiliyor. Benim kötü dediğime bakmayın, geçmişte azımsanmayacak sayıda "kötü" film oscar amcalarıyla kucaklaştırlar. Oscar'ın özelliği zaten en iyiyi değil en çok ses getireni ödüllendirmesi, büyük kitlelerin beğendiği filmler, iyi olsun olmasın ödül alabilliyor. Bir de tören gerçekten çok iyi pazarlanıyor, haftalar öncesinden düzenlenen öğle yemeğine şöhretli adaylar neredeyse eksiksiz katılıyorlar, töreni kimin sunacağı dahi aylarca basını oyalıyor.
Bu arada Oscar'a aday tüm filmlere gölge düşürmek de istemem, geçmiş senelerde adaylar arasından çok güzel filmler çıktı, kimisi ödül de aldı. Bu sene de bir film pırlanta gibi parlıyor; "The Artist"
"The Artist" kötünün iyisi değil, gerçekten de iyi bir film. Sessiz sinema dönemine çok kaliteli bir saygı duruşu var. Hikayesini, sessiz dönemin yıldızlarından birinin, sesli filmlere geçişle beraber, bocalaması üzerinden anlatıyor. Esasında Yeşilçam'ın çok sık işlediği ve Ertem Eğilmez'in "Arabesk"'inin de müthiş hicvettiği bir konu ama "The Artist" zaten hikayede özgünlük iddiasında değil, tam tersine bir dönemin öne çıkan tüm özelliklerini en mükemmel şekilde bünyesinde birleştirme iddiasında ve bunu da başarıyor.
Yönetmenle de oyuncularla da ilk kez tanışıyorum, bence en iyi yönetmen ve en iyi film ödülünü hak ediyor (bir tek Hugo'yu henüz izlemedim), bana göre bu filme rakip olabilecek diğer bir aday "The Tree of Life" ancak akademiye çok uzak bir film olduğundan hiç şansı yok. En iyi erkek oyuncu adaylarının hepsini izleme şansına sahip oldum ve Jean Dujardin'i zorlayacak bir performans göremedim, bakalım Fransız oluşunun dezavantajını yaşayacak mı? En iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünde de Berenice Bejo'nun, çok sıradışı bir performans çıkarmamış olmasına rağmen şansı var, zira diğer adaylar da hatırda kalıcı bir oyunculuk sergilemediler.
Sonuç olarak "The Artist" kaçırılmayacak bir film, her zevkten sinefile hitap edecektir.

2 Şubat 2012 Perşembe

Episodes (2011)

Dizilerden söz açılmışken, uzun yıllar sonunda beğendiğim bir komedi dizisi bulmayı başarabildim. Episodes, Britanya'da başarılı bir dizinin yapımcısı çiftin, aynı dizinin amerikan versiyonunu yapmaları için Los Angeles'a transferlerini anlatıyor. Gerçek payının çok yüksek olduğunu, mevcut yeniden yapımlardan çok net görebileceğimiz üzere, bu dizinin de başına gelmedik kalmıyor. Başrole hiç uygun olmadığı halde Friends'in Joey'ini canlandırmış olan Matt LeBlanc "emirvakiyle" getiriliyor ve Britanyalı-Amerikalı/L.A.'li farklarına da vurgu yapan olaylar komik seyrini alıyor. Anarollerdeki üçlü başta olmak üzere tüm kadronun çok başarılı olduğu kaliteli bir yapım. İlk sezon sadece 7 bölüm olduğundan tadı damağımızda kaldı, neyseki ikinci sezon ilkbaharda oynacayacakmış, ilgilenenlere duyurulur.

1 Şubat 2012 Çarşamba

American Horror Story (2011)

Sevdiğim diziler bir bir sonlanırken/ara verirken/iptal edilirken, yeni dizi arayışım da son sürat devam ediyor. Korku filmlerini, özellikle de vahşet ve kan gösterenlerini pek sevmem, uzak dururum, ama gerilimi severim, her akşam bir doz "Tesis" izleyebilirim. İyi gerilim filmi yapmak gerçekten de oldukça zor olsa gerek, zaten sayıca çok az olmalarından da belli. Madem yeni fikirler zor çıkıyor, niye eldeki 100 yıllık malzeme değerlendirilmesin? İşte bu fikirden ortaya "Amerikan Horror Story" çıkmış olsa gerek, diziyi izlerken her bir sahnesinde başka bir başyapıtı hatırlıyor insan; "Rosemary's Baby", "Psycho", "Lost", "Shining", "Adam's Family", "Silence of the lambs" ve şu anda aklıma gelmeyen yüzlercesi. Dizi bu referansları kullanırken yeni bir şeyler söyleme iddiasında değil, sadece bu muhteşem malzemeyi en akıcı şekilde birleştirmeyi hedefliyor ve bence bunu da çok iyi başarıyor. Dizinin daha jeneriği esnasında zaten vücudumda adrenalin salınımı hızlan artıyordu, Pavlov'un köpekleri misali, şu an o jeneriği duysam, kesin vücudumun kimyasının değiştiği gözlemlenebilir. Gece tüm ışıkları kapatarak, elimde kumanda (her an sesi kapatabilmek adına) ekranın karşısında bir sezon boyunca kilitlendim. Başta anne karakteri olmak üzere oyunculuklar pek parlak değildi, ama bir Jessica Lange vardı ki Dünya'lara bedel, her ekrana çıktığında döktürdü, bence son yılların en güçlü oyunculuğunu sergiledi ve benim gözümde bu diziyi çok yukarılara taşıdı.
Uzun zamandır bu kadar gerildiğimi hatırlamıyorum, ilk sezonla birlikte hikaye de bitti, ikinci sezonda tamamen yeni bir hikaye olacakmış, heyecan ve gerilimle bekliyorum.