23 Kasım 2011 Çarşamba

Denis Villeneuve ve Polytechnique (2009)

Villeneuve'ün 2010 yapımı "Incendies"'inden daha önce bahsetmiştim. Şimdi bir yıl gerisine giderek "Polytechnique" hakkında bir kaç cümle kaybedeyim. Okullarda gerçekleşen öğrenci katliamları, son 10 yılda bir çok filme konu oldu. Bunlardan en çok yankı bulanı Cannes'dan da Altın Palmiye ile dönen Gus Van Sant'ın "Elephant"'ı (2003) olmuştu. Villeneuve de 1989 yılında kendi memleketi Kanada'da gerçekleşmiş olan bir katliamı filmetmiş. Feministlerden nefret ettiğini beyan ederek Montreal'deki bir üniversitede kız mühendislik öğrencilerini rastgele öldüren bir erkek öğrenciden çok kurbanlarının merkezde olduğu gerçek hikaye ustaca kotarılmış. Film, ileri medeniyet seviyesine sahip olduğu düşünülen Quebec'te ataerkil anlayışın hala hakim olduğuna, iş hayatında kendilerine sadece anne rolü biçildiği için kadınların dezavantaja sahip olduklarına dair de sosyal bir eleştiri barındırıyor.

22 Kasım 2011 Salı

Sidney Lumet ve Murder On The Orient Express (1974)

Size desem ki;
eser Agatha Christie'nin en meşhur polisiyesi,
yönetmen Sydney Lumet, sadece çektiği "12 Angry Men" Dünya'lara bedel,
hikaye İstanbul'da gerçek mekanda başlıyor,
kadro muhteşem; Ingrid Bergman, Sean Connery, Anthony Perkins, Lauren Bacall, Jacqueline Bisset, ve daha niceleri
demezmisiniz; "ortaya muhteşem bir şey çıkmış olmalı"
Ama maalesef ortaya çok kötü bir film çıkmış, ne gizem var, ne sürükleyicilik, doğru dürüst oyunculuk bile bulunmuyor, özellikle Albert Finney'in canlandırdığı Poirot tam bir karikatüre dönüşmüş. "12 Kızgın Adam"'da daracık bir odayı 1,5 saat boyunca gerilime boğmuş olan Lumet, koca kompartımana hiçbir duyguyu sığdıramıyor. Katil aday sayısının çok yüksek olduğu bir hikayede, kimin katil olduğunu merak dahi ettiremeyecek kadar sönük ve başarısız uyarlanmış bu güzide polisiye.
Agatha Christie ve Poirot sevenler için bu bir uyarı yazısıdır, filmden uzak durun.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Woody Allen ve Midnight in Paris (2011)

Müthiş üretkenliğiyle bu günceye en çok konu olacağa benzeyen Woody Allen'ın filmlerinden daha önce şu ve şu yazıda kısaca bahsetmiştim.
Paris için çok büyük bütçeli bir reklam filmi çekilse, herhalde bu filmin etkisinin onda birini yaratamazdı.
Dikkat, yazının devamı ispiyon içerir!
Başkarakter olan yazar, Paris'te geçirdiği bir zaman diliminde her gece yarısı bir meydandan bindiği eski model bir araba ile zamanda geriye gidiyor. 1900'lerde 20'lerde, 30'larda Paris'te yaşamış olan ünlü yazarlar, ressamlarla, sanatçılarla tanışıyor, onların gittikleri gece klüplerini ziyaret ediyor. Başroldeki Owen Wilson şaşırtıcı derecede başarılı bir şekilde genç (ve daha yakışıklı) bir Allen portresi çiziyor. Vücut dili, mimikleri, Allen'in kendi filmlerinde oynadığı klasik tiplemesinin birebir kopyası.
Filmin işlediği temalardan bir tanesi de çok hoşuma gitti, her dönemde insanlar kendilerinden önceki döneme sıkı bir nostaljiyle imreniyorlar, ama onların özlem duydukları yıllarda yaşanlar da kendi zamanlarından şikayetçiler. Yani milli sporumuz olan "Ah eski zamanlar" diye yakınmaktansa bugünün güzelliklerini görebilmek önemli, nitekim kimbilir belki gelecek nesiller de bizim sahip olduklarımızı özleyebilecekler.

18 Kasım 2011 Cuma

Dardenne Kardeşler ve Le Gamin Au Velo (2011)

Bayılıyorum Dardenne kardeşlerin sinemasına. Sosyal kritik içeren gerçekçi tarzları, hareketli kameralarıyla bize film izlediğimizi unutturuyorlar. Adeta gizli kamerayla çekilmiş belgesel kıvamında benzersiz bir sinemaya sahipler. Kimi filmleri daha güçlü kimisi biraz daha zayıf ama hepsinin ortak paydasında gözden kaçamayacak kadar net ve özgün bir imza bulunuyor.
İlk kez onların bir filmini İstanbul Film Festivali'nde izlemiş ve çarpılmıştım; "Le fils" (2002), daha sonra izlediğim "L'Enfant" (2005) ile en favori yönetmenlerim listesine sağlam bir giriş yaptılar. Listedeki yeri sağlamlaştıran film de 1999 yapımı "Rosetta" oldu. Ardından daha da eskilere gidip 1996 tarihli "La Promesse"'yi izleyerek, belki de Dünya'nın en tutarlı tarza sahip yönetmenleri olduklarına karar verdim. Sadece "Le Silence De Lorna" (2008) onlardan çok yüksek olan beklentilerimi tam karşılayamadı.
Son filmleri "Le gamin au vélo" (2011), istismar/ihmal edilen çocuk, bisiklet ve suç temasıyla "La Promesse"'yi hatırlatıyor ama bir tekrar olarak nitelenemeyecek şekilde de ondan ayrışmayı başarıyor. 1996'nın bisikletli çocuğu bu sefer baba rolünde ki, Dardenne kardeşlerin bir başka özellikleri de favori iki oyuncularına (Jérémie Renier ve Olivier Gourmet) hemen hemen tüm filmlerinde rol vermeleri. Babası tarafından terk/red edilen oğlanın bunu kabullenmedeki haklı zorlanışını muhteşem, sade ve gerçekçi Dardenne yorumundan izlemek isterseniz bu filmi kaçırmayın.

7 Kasım 2011 Pazartesi

Nicolas Winding Refn ve Drive (2011)

Filmin isminden yola çıkarak bir sürücü-aksiyon filmi beklentisi içinde değildim, tersine öyle olmadığını bildiğimden filme ilgi duydum. Yönetmen Refn'i tanımıyordum ama Cannes'da bu filmle en iyi yönetmen ödülünü alması ve son yılların en iyi oyuncularından Ryan Gosling'in başrolde olması benim için yeterli referanslardı, Gosling'in "Fast and Furious" tarzı bir filmde oynamayacağına da emindim.
Ama maalesef sonuç umduğum gibi olumlu değildi. Evet çekimler iyi, elde iyi oyuncular var, özenilmiş bir soundtrack... Ama bunlar, film boş olunca (veya bana öyle gelince) hiçbir şey ifade etmiyorlar. Bence filmde bir ton klişe vardı, diyaloglar kötüydü, şiddet gereksizdi, hikaye hiç mi hiç ilgimi çekmedi.
Film hakkında yazılanlara sonradan internetten baktım, beğenen beğenene, başyapıt muamelesi görüyor. Beğenmeyeni "aksiyon yok diye beğenmedi, kazma" şeklinde yaftalarlar diye mi herkes bir bayıldı, yoksa ben mi filmden bir şey anlamadım, çözemedim.
Kanımca seyredilebilir vasat bir film, bir çırpıda bundan daha iyi bin tane film sayılabilir.

6 Kasım 2011 Pazar

Rob Reiner ve Flipped (2010)

Rob Reiner izleyebildiğim kadarıyla hem muhteşem filmlere; "When Harry Met Sally..." (1989), "Stand by Me" (1986), Misery (1990), hem de çok çok kötü filmlere; "The Princess Bride" (1987), "Rumor Has It..." (2005) imza atmış bir yönetmen.
Son filmi "Flipped"'i bu iki uç arasında konumlayabiliriz. Özellikle "Stand by Me"'yi beğenenler bu filmi de beğeneceklerdir, çünkü iki film de ergenlik öncesi yaşta çocukların hikayelerini anlatıyor ve tarz olarak birbirlerine benziyorlar. Çocukluğumun trt pazar dizilerini anımsatan, geçtiği 60'lı yıllar itibariyle nostaljik, anlattığı minik aşk hikayesiyle romantik bir seyirlik.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Lasse Hallström ve Hachiko: A Dog's Story (2009)

Hallström deyince aklıma hemen Binoche'lu ve bol çikolatalı "Chocolat"'sı geliyor. Bunun dışında bir de izlemiş olduğum ama pek kayda değer olmayan Julia Roberts'lı "Something to Talk About"'u var.
Pek ilgimi çekmeyen bir yönetmen ve başroldede Richard Gere olunca önyargılarım depreşmiş ve filmi de uzun süre izlenecekler listemin en altlarına sürüklemiştim. Yorgun bir günümde "nasılsa uyuyakalırım, şöyle bir bakayım" diye izleyiverdim. Film olarak pek bir mahareti yok, hatta kötü denebilir ama gerçek bir hikaye olan konusu ilgi çekici. Bu hikayeyi kim çekse aynı tadı hatta daha iyisini verebilirdi. Filmin bir de orijinali var, 1987 japon yapımı "Hachiko monogatari", keşke onu izleseymişim. Gerçek olan hikayeyle ilgili bilgi verirsem, filmin bütün esprisi kaçar hatta seyredilemez hale gelir. Sadece köpeklerin yoğun sadakat duygularıyla ilgili olduğunu ve çocukluğumda izlediğim Lassie'den beri gözlerimi dolduran hatta taşıran ilk "köpek" filmi olduğunu belirteyim.

4 Kasım 2011 Cuma

Lars von Trier ve Melancholia (2011)

Bu günceye yazdığım ilk film değerlendirmesi çok sevdiğim yönetmen Lars von Trier'in "Antichrist"'ı olmuştu. O yazıda en sevdiğim filmlerinden bahsetmiştim, dolayısıyla bu kısmı hızlıca geçiyorum.
"Melancholia", hem ismi (Trier tarzına çok uygun), hem de başrollerindeki Kirstin Dunst ve Charlotte Gainsbourg'den dolayı beni çok heyecanlandırmıştı, hatta Cannes'daki yarışma filmlerine baktığımda, (daha seyretmeden) Nuri Bilge Ceylan'ın filmiyle birlikte favorilerim arasına almıştım. Geçen yazıda not ettiğim üzere, bu ödül Malick'in "The Tree of Life"'ına gitti, "Melancholia" özelinde bu kararı doğru buluyorum, Nuri Bilge'nin filmini ise henüz izleyemedim.
"Melancholia" iki bölüme ayrılmış, ilk bölüm iki kız kardeşten Dunst'a, ikinci bölüm diğer kardeş Gainsbourg'a odaklanıyor. İlk bölüm çok çok iyi başladı, Dunst'ın bir şatoda gerçekleşen şaşalı düğününde, "melankoli", alıştığımız Trier tarzında, Kirstin Dunst'ın bu duygu için biçilmiş yüz ifadesiyle çok iyi betimlenmişti. Ama Kirstin'i tamamlaması gereken yan rolleri zayıf buldum. Charlotte Rampling, Udo Kier, Jack Bauer (ne alaka??) ve nicesi ilk bölümü biraz aşağı çektiler. Hikayede de ispiyon olmaması adına detayına girmeyeceğim özensizlikler ve mantık hataları mevcuttu. Bu dikkatimi dağıtan unsurlar, (Trier'in diğer yapıtlarında olduğu üzere) filmin içinde kendimi kaybedip, tuhaf ruh hallerine bulanmamı engellediler.  İkinci bölüme geçene kadar bu durum beni çok rahatsız etmemişti, çünkü ikinci bölümde Trier'in beni bir kulpuna getirip tuş edeceğine dair sağlam bir inancım vardı. Ama bu ikinci bölüm çok sevdiğim bir yönetmenle ilgili yaşadığım en sarsıcı hayal kırıklıklarından biri oldu, bu kısmı Trier'in yazdığına veya çektiğine inanmak istemiyorum. Anlatılanlar bu kadar mı boş, bu kadar mı yavan olur, geçenlerde eleştirdiğim "Another Earth"'deki "diğer gezegen" metaforu bile daha anlamlı kalıyordu. Dunst'ın melankolisi, Gainsbourg'un korkusu bu kadar mı karikatürize ve inandırıcılıktan uzak olur, Bjork o kadar acıyı "Dancer in the Dark"'da boşu boşuna mı çekmişti.
Neyse daha fazla söylenerek acımı katlamak istemiyorum...

3 Kasım 2011 Perşembe

Terrence Malick ve The Tree of Life (2011)

Malick daha önce izlemiş olduğum iki filmi itibariyle pek tuttuğum yönetmenlerden değildir. "Days of Heaven" (1978) etkileyici görselliği bir yana klişeleriyle yüzümü defalarca ekşitmeme sebep olmuş, pek beğenilen "The Thin Red Line" ise car car savaş ahkamı kesmesine dayanamayıp, nadiren ortasında bıraktığım filmlerden biri olmuştu. Bu sene "The Tree of Life" ile Cannes'da ödül almasını ise hemen önyargılarımla jüri başkanının hiç hazzetmediğim Robert De Niro olmasına bağlamıştım, halbuki yarışma filmleri arasında (henüz izlememiş de olsam) ne muazzam adaylar vardı.
Bu bilgiler ön ışığında kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere "The Tree of Life"'a olabilecek en düşük beklenti seviyesiyle başladım. Ancak sadece bu düşük beklentiyle açıklanamayacak şekilde olumlu yönde şaşırtttı beni bu film. Filmin çok bahsedilen (ve eleştirilere de sebep olan) sembolizmi ve dini referansları beni hiç ilgilendirmedi, onları es geçtim. Ama geriye kalan malzeme, özellikle de baba-oğul ilişkisi/gerilimi, kardeşlerin arasındaki bağ, müthiş oynayan annenin babayla oğlu arasında kalışı, her sahnesindeki muhteşem şiirsel görsellik beni çok etkiledi. İspiyon olmaması adına detayını vermeyeceğim filmin başındaki trajik haberin, filmin kalanında anlatılanları güçlendirme şekli dahi dahiceydi. Filmin merkezindeki ufak oğlana bu rolü nasıl oynattılar, o bakışları vermesini, gözlerinin içindeki sevgi-hayranlık-nefret karışımını izleyiciye geçirmesini nasıl sağladılar, bravo. Bazı kareler günlerce gözümün önünden gitmedi. Özellikle ilişkisi gerilimli her baba ve oğulun (popüler sinema dışındaki türlere de ilgi duyanlar diye kümeyi kısıtlayalım) izlemesini tavsiye ederim.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Life in a Day (2011)

Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir belgeselle karşılaşmamıştım. 192 ülkeden 80.000 amatör/profesyonel filmci hayattan bir günle ilgili (24 ağustos 2010) çektikleri toplam 4500 saatlik malzemeyi göndermişler. Özenle seçilerek ve bence çok çok iyi bir editörün çalışmasıyla ortaya 90 dakikalık bir belgesel çıkmış. Filmi izlerken, insana dair o kadar farklı duyguları ve ruh hallerini 90 dakika içinde bana yaşattı ki, çok etkilendim. Tematik gruplanmış ardı ardına verilen kısa'lara, tasvir ettikleri duyguları güçlendiren müzikler de destek veriyor ama manipülatif olacak şekilde abartılmamış, kıvamı tutturulmuş. Eserin herhangi bir anında durdurup o anda ne hissettiğinizi bir kenara not etseniz ve bunu 90 dakika boyunca yapsanız, sonuca çok şaşırabilirsiniz. Bravo tüm katılımcılara ve parçaları bu kadar başarılı şekilde birleştiren ekibe.

1 Kasım 2011 Salı

WTA İstanbul 2011

Bu günce için alakasız bir konu olacak, ama not düşmek istedim. Geçen hafta İstanbul'da gerçekleştirilen, Dünya'nın en iyi sekiz kadın tenisçisinin katıldığı turnuva her açıdan muhteşemdi. Her gün televizyondan ve cumartesi günü de yarı finalleri Sinan Erdem'de izleyebildim. Özellikle Kvitova ve Azarenka'nın maçları çok iyiydi, çok hak ederek final oynadılar. Salon sadece finalde değil, her gün doluydu ve muazzam bir tenis seyircisi turnuvaya eşlik etti. Bence salonun her gün dolmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri bilet fiyatlarının 20TL olmasıydı. Eğer Formula 1 biletleri de, 20TL'yi bir yana bırakın 50TL olsaydı, İstanbul Park her sene hınca hınç dolardı. Şimdi ise Formula 1 takviminden İstanbul çıkarıldı, ve o güzel pist de muhtemelen çürümeye terk edilecek. Bu ülkede futbol dışında başka spor türlerinin de gelişebilmesi için (ki futbolun ne kadar geliştiği de ayrı bir tartışma konusu) mutlaka ve mutlaka organizatörlerin bu konuda çok hassas olmaları gerekiyor. Ayrıca mantıklı da değil mi; tenis turnuvasının biletleri 100TL olsa (ki Formula 1 çok daha pahalıydı) belki 1000 kişi seyredecekti, 20TL olunca her gün 10.000'in üzerinde seyirci geldi.