28 Haziran 2011 Salı

Gaspar Noé ve Enter The Void (2009)

Gaspar Noé bence tartışmasız en yenilikçi yönetmenlerden biri. Çok sansasyon yaratan filmi "Irréversible" (2002) daha çok çarpıcı tecavüz sahnesi ile akıllarda kaldı, ancak 360 derece baş aşağı dönen kamerası, doğrusal olmayan zaman akışı (her ne kadar "Memento" (2000) bunu daha önce başarıyla vermiş olsa da) gibi pek çok faktör, filmi sinema tarihinde özel bir yere oturtuyor.
Bir sonraki filmi için tam 7 sene beklemiş, buna da değmiş, çok değişik, bambaşka boyutta bir film var karşımızda. Tokyo, rengarenk neon ışıklar ve uyuşturucu etrafında çok farklı bir film örülüyor. İlk 1 - 1,5 saatte "İrreversible"'ı anımsatan bir akış var, bu kısmın sonunda film bitmiş gibi gelirken, hikaye daha da soyut bir ruh haline zıplıyor, pek çok metaforla sorular sıralıyor; ana rahminden düşerken mi büyük bir boşluğa düşüyoruz yoksa boşluk hayatın sona ermesiyle mi karşımıza çıkıyor. Filmin adının deyişiyle boşluğa nasıl giriyoruz. Filmin örgüsü, anlatımı kadar tekniği de çok yaratıcı. Kamera ipini artık tamamen koparmış durumda, her yöne bağımsızca hareket ediyor, mekanlar arasındaki geçişler kuşbakışı uçuş şeklinde oluyor, ancak bunun için binaların üzerinden geçilmiyor, o anda kamera hangi seviyedeyse o seviyeden geçiş yapılıyor, yani binalar kesilmiş şekilde içlerini görebiliyoruz. Sayfalarca anlatılacak yenilik var. Ancak diğer yandan film insanı çok yoruyor, hele bir de 2,5 saat sürüyor, konu insanı her yönüyle hırpalıyor, sonunda dayak yemişe dönülüyor.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Anh Hung Tran ve Norwegian Wood (2010)

Vietnam'lı yönetmen Tran ilk izlediğim filmi "The Scent of the Green Papaya" (1993) ile gönlümde taht kurmuştu. Debussy'nin "Clair de lune"'ü eşliğinde şiirsel bir filmdi. "Cyclo" (1995) da etkileyiciydi. Arada henüz izleyemediğim iki film daha çekmiş. Şimdi 5. filmi "Norwegian Wood" ile kendini hatırlattı.
Filmin görselliği çok başarılı, 60'lı yıllarda Japonya'da geçmesi ilgi çekici, oyunculuklar etkileyici ancak yine de her şey tam yerine oturmuyor. Çok satan bir romandan filme uyarlanmış olması sanırım bunda etkili. Uzun olduğunu tahmin ettiğim kitabı 2 saate sığdırınca, olaylar olması gerekenden hızlı ilerliyor. Hız filmin temposuyla ilgili değil, tersine tempo oldukça düşük. 2 çok yakın arkadaştan birinin intiharı ve diğer arkadaşın intihar edenin travmadaki kız arkadaşıyla yakınlaşması filmin merkezinde. Karakter gelişimi bir yana karakterler hakkında o kadar az şey biliyoruz ki, geçmişe dönerek kısaca hatırlanan birkaç sahne filmin içine girip karakterler hakkında bir şeyler hissetmemizi engelliyor. Eğer Tran iki saat değil de altı saatlik bir mini dizi yapmış olsaydı, ortaya çok daha başarılı bir eser çıkacaktı.

26 Haziran 2011 Pazar

Lynne Ramsay ve Morvern Callar (2002)

Yönetmenin izlediğim ilk filmi festivallerden ödüllerle dönen bir bağımsız yapım. Baş rolünde "Code 46"'dan beri büyük ilgiyle takip ettiğim başarılı oyuncu Samantha Morton var.
Eve döndüğünde erkek arkadaşını ölü olarak yerde yatarken bulan süpermarket kasiyerinin hikayesini izliyoruz. Şahsen ruh halini ve ne yapmak istediğini uzun süre anlamakta zorlandığım baş karakter kendini yasla karışık özgürlük duygusuyla yeni diyarlara bırakıyor. Bir yönetmenin kadın olduğunu vurgulamak belki pek doğru değil, ama filmde bence yönetmenin kadın olmasının derin izleri var. Özgün ve kaliteli bir yapım olduğu kesin ancak beni fazla etkilemedi.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Tom DiCillo ve Living In Oblivion (1995)

Uzun zamandır bu kadar zekice yazılmış bir komedi izlememiştim. Steve Buscemi'nin canlandırdığı yönetmen karakterinin bir bağımsız film çekmeye çalışmasını izliyoruz. Catherine Keener'ın da bulunduğu oyuncu kadrosunun kaprislerinden, sette yaşanan bilimum aksiliklere kadar bir yönetmenin nelerle başetmek zorunda kalabildiğine dair çok esprili anekdotlar var. Yönetmen Tom DiCillo'nun izlediğim ilk filmi, fazla sayıda filmi bulunmuyor zaten, son 10 senede kendini daha çok polisiye diziler çekmeye vermiş. Keşke böyle kaliteli komediler çekmeye devam etseymiş.

10 Haziran 2011 Cuma

Guillaume Canet ve Les Petits Mouchoirs (2010)

Fransa'nın en ünlü genç kuşak oyuncularından Canet'yi ilk olarak Marion Cotillard ile birlikte oynadığı aşk filmi "Jeux d'enfants"'da izlemiştim. Sonra 2005 yapımı "Joyeux Noel" ve en son geçenlerde bir not düştüğüm "Last Night" aklıma ilk gelenler.
Canet'nin bir de yazar/yönetmen yanı var, ilk uzun metrajlı filmini izlemedim ama ikincisi "Ne le dis à Personne" (2006) başarılı bir polisiye idi. Bu filminde başrolü verdiği ünlü oyuncu François Cluzet'yle yeni filminde de birlikte çalışmış. Geniş oyuncu kadrosunda Marion Cotillard da var.
Kısaca, tatillerini birlikte her sene aynı yazlıkta geçiren kalabalık bir arkadaş grubu, içlerinden birinin geçirdiği şiddetli motorsiklet kazasına rağmen tatillerini ertelemiyor ve tatile çıkıyorlar. Arkadaşlıklarla, ilişkilerle ilgili çok başarılı tespitlerde bulunan filmin maalesef bazı zaafları da var. Bence en büyük sorunu dramla komedi arasında sıkışıp kalmış olmasında. Sanırım bir hayli emprovizasyona yer verilmiş, ve özellikle Cluzet'nin canlandırdığı karakter yer yer karikatürleşmenin de ötesine geçiyor, ve dramın merkezindeki inandırıcılığını yitiriyor. Arkadaşlıklarda çıkar ilişkileri olabilir, ama olaylar uç noktalara götürüldüğünde bu kadar da olmaz dedirtmemeli ki, izleyici olarak empati kurup kendimizi olayların içinde kaybedebilelim. Bence final de zorlama olmuş, mesaj zaten çoktan alınmıştı, (yani herhalde alınmıştır o noktaya kadar), bir de davul zurnayla ilan etmeye gerek yoktu.

9 Haziran 2011 Perşembe

Diego Lerman ve La Mirada Invisible (2010)

Diego Lerman'ın hafızama işaretlendiği film, 2003'te İstanbul film festivalinde izleyip, çok beğendiğim, sonra da altın lale ödülünü kazanan "Tan de Repente" (Suddenly) idi.
İzleyebildiğim bu ikinci filmi "Invisible Eye" ise maalesef yüksek beklentilerimi karşılayamadı. Filmin geçtiği katı disiplinli bir okulda baskı altında kalmış öğrenciler, ve okul yönetiminin ahlaki erezyonu sanırım 70'li, 80'li yıllardaki Arjantin askeri diktasının bir mikro modeli. Okulda öğrencileri gözleyerek/röntgenleyerek onlara göz açtırmayan genç okul memuresi bana biraz Haneke'nin "La Pianiste"indeki piyano öğretmenini anımsattı. Filmde bir şeyler tam yerine oturmamış, eksik kalmış, beni tam ikna edemedi.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Anna Boden, Ryan Fleck ve It's Kind of a Funny Story (2010)

Kendini psikolojik olarak kötü hisseden bir delikanlı hastaneye gidip, galiba kendimi öldürücem diyerek, kendi isteğiyle bir kliniğe yatırılır. Kliniğe girdiği an pişman olmasına rağmen, bir hafta kalmadan, ve doktorun oluru olmadan da çıkamayacağını öğrenir. Film, günümüz okul çağındaki gençlerin altında ezildikleri baskı ortamını, çocukluktan çıkıp gerçek hayatla tanışmaya başladıklarında girdikleri bunalımları çok başarılı, esprili ve özgün bir şekilde işliyor.

7 Haziran 2011 Salı

Christoffer Boe ve Everything Will be Fine (2010)

Boe beni ilk filmi "Reconstruction" (2003) ile öyle bir etkiledi ki, ikinci filmi "Allegro"'yu (2005) pek beğenmememe rağmen çekeceği filmleri izlemeye azimle devam edeceğim.
Son filmi "Everything Will be Fine" sinemada sık sık işlenmiş bir malzemeyi işliyor; Başroldeki karakterin gizli güçlerle mücadelesi gerçekle sanal arasında ince bir çizgide ilerliyor, ve acaba aşırı mı paranoyak olduğuna, yoksa gerçekten kaşımaması gereken konulara mı bulaşmış olduğuna karar veremiyoruz. Başarıyla yönetilmiş, sürükleyen, iyi oyunculukların olduğu ama hatırda kalacak, değişik bir şeyler söylemeyen bir film.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Denis Villeneuve ve Incendies (2010)

Ortadoğuda yaşanan büyük acılar sürdüğü sürece bu bölgeyle ilgili sayısız film de üretilmeye devam edecek. Ancak maalesef bu filmlerin büyük kısmı, iri bütçeli eğlencelik filmlerin yüzde biri kadar dahi yankı bulamıyor. Dünya'nın her tarafındaki katliamlar devam ettikçe de insanlar yaşananları daha bir kanıksar hale geliyorlar. Incendies bu anlamda daha şanslı bir film, çünkü Oscar'larda en iyi yabancı film adaylığıyla türdeşlerine oranla daha fazla ilgiyi kendi üzerine çekebildi. Gerçi bence 2010 yılında Ortadoğu'yla ilgili çok daha sağlam filmler vardı ama demek ki doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişiyle irtibat halinde değillermiş.
Film, günümüz Kanada'sında hayata gözlerini yuman bir annenin ikiz çocuklarına bıraktığı vasiyetle başlıyor. Vasiyet aracılığıyla, bir erkek kardeşleri olduğunu öğrenen ikizler, kardeşlerini ve tanımadıkları babalarını bulmakla görevlendiriliyorlar. Bu da onların Ortadoğu'ya seyahat ederek kendi ve annelerinin geçmişleriyle yüzleşmelerine vesile oluyor.
Zamanda geri de giderek direk annenin perspektifinden de olaylara değinen film bence bütünlüğünü bu zamanda gidiş gelişlerle yeterince iyi koruyamıyor ama çok vurucu sahnelere ve mesajlara da sahip. Özellikle yakılan yolcu minibüs sahnesi beni çok etkiledi. Sonuç olarak belli bir kalitenin üzerinde ama yönetsel zaafları olan, olabildiğince iyi olamamış bir eser.

Marina de Van ve Ne Te Retourne Pas (2009)

Dünya'nın en güzel oyuncularından ikisi bir filmde bir araya gelince, ve bu filmdeki kadar orijinal ve ilginç bir hikaye olunca ortaya muhteşem bir film çıkması gerekirdi, ama maalesef çıkmamış. Niye çıkmamış tam çözemedim, ama sanırım yönetmen, anlattığı hikayedeki özgün fikre fazlasıyla odaklanmış, bunun yeterli olduğuna inanmış, özün çevresini iyi sarıp sarmalayamamış. Tüm film boyunca özel efektlerle sağlanmış bir dönüşüme şahit oluyoruz, ama hikaye beni içine çekemedi, heyecanlandıramadı, niyesi, niçini de ilgimi çekmedi. Yer yer sıkıldığım, artık bir sona bağlasa da bitse diye izlediğim bir film oldu.

3 Haziran 2011 Cuma

Feo Aladağ ve Die Fremde (2010)

Bu film hakkında yazıp yazmamak hakkında gerçekten çok kararsız kaldım. Ama seyretmeyi düşünecekleri korumak adına yazmam gerektiğine karar verdim. Ertem Eğilmez'in müthiş hicvi "Arabesk"'in kendisini ciddiye alan versiyonunu düşünün, bir de bunu Almanya'da yaşayan Türk'lere uygulayın, işte size "Die Fremde". Sibel Kekili'nin başrolünde olduğu film Almanya'da ödüller de topladı. Alman toplumunun Türkler'e mal ettiği tüm değerler bu filmde en uç noktada vücuda geliyor. İspiyon vermekten çekinmeden birkaç not düşeyim ki anlatmak istediğim daha net olsun. Almanya'da büyümüş bir Türk kızı evlenip İstanbul'a gelince kocasından şiddet görür, küçük oğlunu alır Almanya'daki ailesinin yanına kaçar. Kocasına geri dönmeyi red edince, ailesi de onu reddeder, annesi vücudundaki morlukları görmesine rağmen öz kızının yüzüne bile bakmaz, kabus abisi yapmadığını bırakmaz, kızkardeşinin nişanlısı namusu lekeli bir aileden kız almamak için nişanı bozar, filmin sonunda onu en çok seven küçük erkek kardeşine onu öldürme görevi verilir, o beceremeyince büyük abi bıçaklamaya kalkar, ama o sırada yanlışlıkla kucağındaki küçük oğlunu bıçaklar. Ana tema kısaca böyle, aralara serpiştirilmiş sayısız başka klişe de mevcut. Böyle bir film düşünebiliyor musunuz? Üşenmemişler yapmışlar, Almanya'da atom parçalamaktan daha zor olan önyargı parçalamak iyicene ütopik bir hal almış olsa gerek.

2 Haziran 2011 Perşembe

Massy Tadjedin ve Last Night (2010)

Yönetmenin ilk filmi olan "Last Night" evlilik ve sadakat konusunu merkezine alıyor. Sinemada çok defa tekrarlanmış bu konu hakkında samimi bir şeyler söylemeyi de başarıyor. Kısaca, evli bir çiftin farklı şehirlerde oldukları bir gecede ayrı ayrı ilişkilerinin sınanması söz konusu. Başrollerde Keira Kightly, Guillaume Canet, Eva Mendez gibi isimlerin olduğu film bir başyapıt olmamakla birlikte ilgiyle izleniyor.