26 Mayıs 2010 Çarşamba

Felix Van Groeningen ve The Shittiness of Things (2009)

"Hayat Var"'da Reha Erdem'in başaramadığını Van Groeningen "The Shittiness of Things"'de büyük bir ustalıkla başarıyor. Hayat'la aynı yaştaki Gunther'in yaşadıklarını özgün bir sinema diliyle ve bütünlüğü olan gerçekçi bir filmde izliyoruz. Film, İstanbul Film Festivali jürisini de beni etkilediği kadar etkilemiş olsa gerek ki bu sene Altın Lale ödülünü çok hak ederek kazandı.
Yanlış yönetmenin elinde bir kabusa dönüşebilecek arabesk hikaye, yani Gunther'in alkolik babası ve amcalarıyla Belçika'nın flaman bölgesindeki yaşamı, tüm trajik yanlarının yanısıra biraz kara komedi ile harmanlanınca ortaya çok başarılı bir film çıkıyor.
Bazen mükemmel filmlere ödül vermesine rağmen bazen de kanaatimce bir hayli saçmalayabilen İstanbul Film Festivali jürisi bu sene turnayı gözünden vurmuş...

Joseph L. Mankiewicz Filmleri

Başarılı bir yönetmenin filmlerini arka arkaya izlemek herhalde en keyifli sinefil hobilerinden biridir. Çok sevdiğim filmlerden biri olan "All About Eve"'in yönetmeni Mankiewicz'in başka hiçbir filmini izlememiş olduğumu fark edince elime geçirebildiğim filmlerini izlemeye koyuldum. Filmlere, beğenme sırama göre bir iki cümle not düşersem;
All About Eve (1950)
Büyük yıldız Margo (Muhteşem Bette Davis) ve filmde onun tahtına göz dikmiş yardımcısı rolünde Eve (Anne Baxter)'in aralarındaki rekabet sanki sadece tiyatro sahnesi üzerinde değil, aynı zamanda bu filmde kim daha müthiş bir performans sergileyecek diye kızışıyor, çünkü ikisi de oyunlarıyla büyülüyorlar. Tek kelimeyle dört dörtlük bir film.
Sleuth (1972)
Bu filmde de bu sefer erkek oyuncular cephesinin en büyük isimlerinden Laurence Olivier ve Michael Caine'in muhteşem oyunculuklarına tanıklık ediyoruz. Polisiye severlerin bayılacağı filmde egoları yaralanmış iki erkeğin birbirlerine oynayacakları şaşırtmalı oyunları ekrana kitlenerek izliyoruz.
A Letter to Three Wives (1949)
Üç çok yakın kadın arkadaş, bir pikniğe gitmek üzere yola çıkarken, bir diğer arkadaşlarından aldıkları mektupta, bu arkadaşlarının üçünden birinin eşiyle kaçtığını öğreniyorlar. Geriye dönüşlerle her birinin eşleriyle hikayelerini izleyerek bu talihsiz olayın hangisinin başına geldiğini tahmin etmeye çalışıyoruz.
5 Fingers (1952)
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ankara'da geçen ajan hikayesinde, İngiliz konsolosunun hizmetkarının gizli belgeleri Alman'lara satmaya çalışmasını izliyoruz. Gerçek mekanlarda çekilen filmin güzel sürprizlerinden biri de son kısmının İstanbul'da geçmesi.
Suddenly, Last Summer (1959)
Tennessee Williams'un oyunundan filme çekilen "Suddenly, Last Summer" sadece Elizabeth Taylor'un oyunu için izlemeye değer. Montgomery Clift'in bu performans karşısında sönük kalmasının yanısıra Hollywood'un eşcinsel temalara geçmişte uygulamış olduğu çok sert sansür sebebiyle, karakterler yer yer bazı kelimeleri söyleyemediklerinden tabu oynar hale geliyorlar.
No Way Out (1950)
Sidney Poitier'ın, Hollywood'da siyahlarla ilgili temaları geniş kitlelere ulaştıran rolleri oynamak gibi büyük bir misyonu var. "In the Heat of the Night"'ta mesleğinde çok başarılı olmasına rağmen siyah olduğu için adam yerine konmayan bir dedektifi canlandırdığı gibi bu filmde de siyah olması sebebiyle başına gelmeyen kalmayan başarılı bir doktoru canlandırıyor.
The Ghost and Mrs. Muir (1947)
Mankiewicz filmlerinden bir tek "The Ghost and Mrs. Muir"'i çok sevemedim. Çekildiği zaman itibariyle belki orijinal bir hayalet hikayesi olabilir ama bugünden bakınca biraz yavan kalıyor. Buna ek olarak, Otto Preminger'in "Laura"'sında çok etkilendiğim Gene Tierney'in bu filmdeki oyunculuğu doğallıktan uzak, biraz yapmacık.

Daniel Monzón ve Celda 211 (2009)

Monzón "Cell 211" ile sürükleyici bir hapishane filmine imza atıyor. Hapishanede yeni göreve başlayacak olan bir polis memuru, ilk iş gününde çıkan isyanda kazayla hükümlülerin arasında kalarak hapishaneye yeni gelmiş hükümlü rolüne bürünmek zorunda kalıyor. Filmin yönetimi ve oyunculuklar iyi, tempo düşmüyor, karakterler, özellikle de isyanın lideri biraz karikatürize, dolayısıyla "Un Prophet"'in doğallığını ve gerçekçiliğini yakalayamıyor, ama zaten böyle bir iddiası da yok. Bir başeser olmasa da ilgiyle izlenen bir vakit geçirici.

Reha Erdem ve Hayat Var (2008)

Reha Erdem son dönem Türk Sinemasının en parlayan yönetmenlerinden. Filmleri hem olumlu yorumlar alıyor hem de festivallerden ödüllerle dönüyor. Daha önce izlediğim tek filmi vardı; 2006'da İstanbul Film Festival'inde Altın Lale'yi kazanan "Beş Vakit". Açıkçası benim naçizane görüşümce pek ödüllük bir film değildi. Güzel görüntülere rağmen özgün bir sinema dili görememiştim, hatta başta Gus Van Sant olmak üzere pek çok farklı yönetmenin etkisi gözüküyordu. Bir yönetmenden etkilenmek doğal bir şey olabilir ama anlatılan hikayeyi destekleyecek şekilde kendi süzgeçinden de geçirmek gerekir kanaatimce. Filmin konusunu ve tarzını da çok özgün bulduğumu söyleyemem, son dönem Türk filmlerinin büyük kısmının kapıldığı melankolik yavaş ritmin bir tekrarı gibi gelmişti bana. Yavaş filmleri çok severim ama tekrar değillerse.
Benzer şeyleri hatta daha da yoğun olarak "Hayat var" için düşündüm. Sanki bir sinefilin izlediği pek çok filmlerden parçalar alıp, alabildiğine uç notada dramatize edilmiş bir senaryoya iliştirmesi gibi geldi bana. Filmin isminde ucuz kokan metaforun işaret ettiği muhtemel olaylar sırasıyla vuku buluyor. Annesi tarafından terkedilmiş (eşcinsel) babasıyla ve alkolik ve oksijen tüpüne bağlı yatalak büyükbabasıyla derme çatma bir kulübede yaşayan Hayat, yeniden evlenmiş ve bebek sahibi olmuş annesi ve üvey babası tarafından istenmiyor, çok güzel bir kız olmasına rağmen okulda dışlanıyor, vakit geçirdiği neşeli komşu teyzesinin tacizine uğruyor, gündüz vakti girdiği mahalle bakkalında bile tecavüze uğruyor. Küçük Emrah / Küçük Ceylan hikayelerini aratmayan senaryo, Ertem Eğilmez'in Yeşilçam klişelerini ti'ye aldığı "Arabesk"'ini hatırlatıyor ama maalesef bir de kendini pek bir ciddiye alıyor. En uçta arabesk konuları işlemenin de bir usülü vardır, özellikle Avrupa sineması bunun mükemmel örneklerini vermiştir. (Mesela bu sene Altın Lale'yi kazanan film gibi) Bu tür filmler beni çok derinden etkiler, birkaç gün etkilerinden çıkamam ama maalasef "Hayat var"'dan zerre kadar etkilenmedim, bana inanılmaz zorlama ve inandırıcılıktan uzak geldi. Bir de "Hayat var", izlenirken Gus van Sant'tan Lars von Trier'e kadar o kadar fazla yönetmeni ve filmi hatırlatıyor ki, sanki reçeteyle yapılmış, ama uyumlu uyumsuz tüm baharatlar katıldığı için tatsız olan bir yemek gibi.
Bu filmi övgülere boğan o kadar çok sinema eleştirmeni var ki, herhalde bende ciddi bir terslik olsa gerek.

Robert Kenner ve Food, Inc. (2008)

Michael Moore'un "Bowling for Columbine"'da silah endüstrisine veya "Sicko"'da Amerikan sağlık sistemine yaptığı sert eleştirilerin bir benzeri Robert Kenner'dan gıda sektörüne geliyor. Vahşi kapitalizmin en uç noktalara ulaştığı bu sektörde tüm piyasaya hakim birkaç şirketin daha fazla kar etmek için nasıl halkın sağlığıyla oynadıkları, küçük üreticileri nasıl sindirip yok ettikleri çok net bir şekilde ortaya dökülüyor. İşin en acıklı, daha doğrusu en tehlikeli yanı ise bu firmaların çok güçlü bir lobiye sahip olmaları ve aleyhlerine hiçbir yasal düzenlemenin yapılmasına müsaade etmemeleri. Bu firmaları denetlemesi gereken kuruluşlar da tamamen bu firmaların kontrolü altında.
Bu ürkütücü gidişata dur demenin tek yolu var, o da tüketicilerin bilinçlenmesi, bu belgesel de bu yolda önemli bir adım atıyor, yeter ki insanlar izlesin...

Kerem Gibi, Nazım Hikmet'le 35 Yıl

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Genco Erkal'dan Nazım Hikmet'i dinledik. Nazım Hikmet'in dizelerinden kendi hayatını, görüntüler ve fotoğraflar eşliğinde izledik. Uğradığı büyük haksızlıkları, hiç eksilmeyen memleket hasretini her dizeyle ürpererek, gözlerimize hücum eden yaşlara hakim olmaya çalışarak hissettik.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Münchner Kammerspiele ve Dava

Yine kelimelerimin anlatmakta son derece kifayetsiz kalacağı bir şaheseri yazıya dökmeye çalışıyorum. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğimiz "Dava" (Der Prozess) o kadar kusursuz ve etkileyiciydi ki, "nereden başlasam, nasıl anlatsam" kararsızlıklarıyla bir kaç gündür oturup bu yazıyı yazamıyorum. Herhalde günce blokajı (varsa böyle bir kavram) böyle bir şeydir. Ama fark ettim ki, araya ne kadar zaman girerse yazmak da bir o kadar zorlaşıyor, dolayısıyla kendimi iyi ifade edemeyeceğim endişesini (kesin inancını) bir yana bırakıp, en azından ne gördüğümle ilgili yüzeysel bir kaç cümle not düşeyim.
Tiyatro Festivali'nin biletlerini Biletix soygununa !!! maruz kalmamak için erkenden alamadık (Bu haddinden fazla kurnaz firma, Lale kart indirimli biletlerin, indirimsizlerle beraber alınmasına müsade etmediği gibi, birden fazla etkinliğe de tek seferde bilet aldırmıyor, her seferinde her bilet için ayrıca hizmet bedeli, zart bedeli, zurt bedeli talep ediyor, ne kadar kızgın olduğumu anlatamam, şu anda bu satırları yazarken bile kan beynime sıçradı), bir ara IKSV'ye uğrarız derken de zaman geçti ve ilk tercihimiz olacak oyunlara bilet bulamadık. Hayatta her işte bir hayır olduğu gibi, bunun da hayrını çok istekli olmadığımız "Dava"ya bilet alarak gördük. Almanya'nın en köklü tiyatro kurumlarından biri olan Münchner Kammerspiele'nin oyunu olmasına rağmen çok istekli değildim, çünkü Kafka'nın "Dava"sını hem çok çok beğenerek okumuş, hem de Orson Welles'den film versiyonunu izlemiştim. Tiyatro festivali deyince yeni bir şeyler izleme, şaşırma isteği hasıl oluyor. Ama çok iyi bilinen bir eser de insanı kendinden alacak kadar mükemmel bir şekilde yorumlanabiliyormuş.
Perde açıldığında, göz şeklindeki (evet Joseph K. biri seni gözetliyor) dekorun içinde Joseph K.'nın yatak odasında oyuncular izleyicinin bakış açısından kuşbakışı görülüyordu. Joseph K'nın içeriğini bilmediği ve hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir sebeple tutuklandığı haberini alacağı sahnede, kuşbakışı perspektifin yanısıra, aynı sahne bir de sahne üzerine inen oyuncuların yan perspektiften izlenebiliyordu. Aynı karakteri aynı anda iki farklı perspektiften nasıl görebileceğimiz sorusu da oyunun bir diğer dehasıyla açıklanıyor. Joseph K.'yı tek bir oyuncu canlandırmıyor, oyundaki herkes (4 kadın ve 4 erkek oyuncu) Joseph K.'nın izdüşümleri, sadece arada bazıları yan rolleri üstleniyorlar ve sonra tekrar Joseph K. oluyorlar.
Her şeyi son derece karmaşık hale getirebilecek bu konsept tam tersine o kadar mükemmel bir şekilde işliyor ki, Joseph K.'nın çok katmanlı kişiliği kusursuz bir şekilde vücut buluyor. Eserin sahnelenişindeki sayısız yaratıcı fikir bunlarla da bitmiyor; o anda sahne üzerinde aktif rolü olmayan oyuncular, arkada kendi aksı çevresinde oyun boyunca hiç durmadan dönen, yatay ve dikey pozisyonlara geçen platform üzerinde müthiş bir performans sergiliyorlar. Oyunun metaforlarına benzersiz göndermeler yapan bu koreografilerde bazen bir çarkın içinde fare misali dönüp duranları, bazen zamanın akışını görebileceğimiz bir saatin akreple yelkovanını izliyoruz.
İddialı dekorun sadece bir gösteriş unsuru olmadığı, oyunun sahneleşinde eserin derinliğinin verilmesine inanılmaz bir katkı sağladığı, dekorun yanısıra kullanılan ışığın da bunu mükemmel bir şekilde tamamladığı, oyunun finalindeki Joseph K.'nın idam sahnesinde bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Münchner Kammerspiele'nin oyuncularının performansı o kadar benzersizdi ki, 180 dakika süren oyun eğer 560 dakika da sürse gözümü kırpmadan izleyebilirdim. Son sürat konuştukları almancalarında artikülasyon tek kelimeyle mükemmeldi, tek bir hece, tek bir harf yutulmadı, tek bir dil sürçmesi olmadı. Hele ressam karakterinin öyle bir uzun monoloğu vardı ki, tüm salon hipnotize olduk, oyun arasında gelen tek (fazlasıyla hak edilmiş) alkış da bu monoloğun sonunda koptu, ben hayatımda böyle bir performans görmedim.
Uzun lafın kısası, ne benim sığ cümlelerim, ne de bu yazıya iliştirdiğim fotoğraflar oyunun büyüsüyle ilgili en ufak bir ipucu vermekten uzak, zaten tiyatronun sırrı da canlı izlenmesinde değil mi...

Samuel Maoz ve Lebanon (2009)

Geçen ay, çok beğenerek izlediğim Ajami'den bahsetmiştim. Bir Filistinli ve bir İsrailli genç yönetmenin ilk filmleriydi ve ömrü film çekerek geçmiş yüzlerce yönetmenden çok daha olgun bir film ortaya çıkarmışlardı. Aynı hayranlığı Samuel Maoz'un ilk uzun metrajlı filmi için de duyuyorum. Dünya'nın asırlardır en çok acı çeken bölgelerinden birinden çıkan filmlerin, refah içinde milyarlarca dolar harcayarak çekilen filmlere bu kadar büyük bir fark atmaları, "acı sanatı besler" tezini güçlendiriyor.
"Lebanon" hayatımda bugüne kadar izlediğim en iyi savaş temalı filmlerden biriydi. Tüm film, bir savaş tankının daracık iç mekanında geçiyor ve kendini bu son derece klostrofobik ortamda bulan 4 görevli askerin savaşla başa çıkmaya çalışmalarını izliyoruz. Dış dünyayla tek bağlantıları (-mız), savaşın tüm çıplak çirkinliğini gösteren tankın dürbünü. Böyle bir savaşın içinde olmanın nasıl bir şey olduğunu, yaşamayanın bilmesi tabii ki mümkün değildir, ama "Lebanon" benim nesnel algılamama göre savaşa giden askerlerin hissettiklerine, savaş gerçeğine en yaklaşan filmlerden biridir. Özellikle Amerikan filmlerinin büyük kısmının bize utanmadan dayattığı "her insan, içinde bir savaşçı olarak doğar, gözünü kırpmadan adam öldürür, ama belki akabinde post-travma yaşar" dogmasını kıran, tetiğe basmanın doğamızın bir parçası olmadığını, hepimizin içinde biraz insanlık kırıntısı bulunduğunu, savaşın abzürdlüğünü anlatan muhteşem bir film.

11 Mayıs 2010 Salı

Dany Brillant - Muhteşem, Muhteşem, Muhteşem...

Hayatta gerçek anlamda hayran olduğum çok az insan olmuştur. Beğendiğim pek çok sanatçı var, ama yakın zamana kadar Alaaddin'in Cini karşıma çıkıp kim olmak istersin dese belki aklıma sadece Baryshnikov gelirdi. Dün geceye kadar, biri olmak değil de bir ses olmak istesem hiç düşünmeden "Danny Brillant" derdim, dün geceye kadar diyorum, çünkü artık Alaaddin'e gönül rahatlığıyla komple Dany Brillant olmak isterim diyebilirim. Hayatımda duyduğum en karizmatik ses meğerse, hayatımda göreceğim en karizmatik erkeğe aitmiş. Kıyafeti, sahnede duruşu, sempatikliği, sıcakkanlılığı, muhteşem karizmatik dansları ile salondaki herkesi büyüledi.
Şimdi başa sarayım, Dany Brillant'ın albümleri, son yıllarda canım ne zaman sıkkın olsa dinlediğim, dinlediğim zaman da yerimde duramadağım müziklerin başında gelir. Brillant daha önce İstanbul'a gelmişti, ama biletleri çok pahalıydı. Bu sefer sanırım Haliç Kongre Merkezi'nin büyüklüğü ve konserin son saniyede Saint Joseph'lilerin kutlamalarının ucuna eklenmesi itibariyle, en ucuz kategoride bilet fiyatları makuldü ve hemen bilet edindik.
Esasında konser hiç de iyi başlamadı, çünkü ilk başta organizatör Erkan Özerman'ın geyiklerine ve sonra da (maalesef) keşfettiğini açıkladığı genç bir vokalistin kötü yorumladığı parçalara maruz kaldık. Bunlardan daha da kötü olan, salonun, özellikle de bizim oturduğumuz yan balkonun inanılmaz kötü akustiğiydi. Kendimizi bir düğün salonunda, piyanist şantörün eko yapan müziklerini dinler gibi hissediyorduk. Baktım ki konser tam bir kabusa dönüşmek üzere, Dany çıkmadan hemen önce aşağıya koşturup, en ön sıralardan boş bir yer kaptık. İyiki de öyle yaptık, çünkü hem ekolara maruz kalmadık, hem de Brillant'ın sesi her türlü geriye kalan akustik zaafı ekarte edecek kadar kusursuzdu. Konserin başlamasıyla ben yerimde zor duruyordum, ama salon bir ölüm sessizliği ve dinginliğinde konser izliyordu. Dany Brillant'ın kah seyircilerin arasına dalarak, kah izleyicileri sahneye çıkararak bu ataleti bir kalemde yok etmesi üzerine biz de iplerimizi kopardık ve ayağa fırladık. Brillant ağırlıklı olarak son albümü "Puerto Rico"dan Salsa tınılı parçaları seslendirdi. Konserin sonunda artık sahne önündeydik, hatta normalde böyle bir durumda pek bir cool olan Nina, Dany Brillant'ın eline değmek suretiyle Elvis'e değen kızlar misali çığlığı basınca gözlerime inanamadım, ama Alaaddin'den olmayı dileyeceğim kişiyi nasıl kıskanabilirdim ki :)
Dany Brillant'ın İstanbul'a bir sonraki gelişini iple çekiyoruz...

Multitap

Geçen cumartesi Asmalımescit meydanda güzel sohbet ve bira kombinasyonundan sonra Salon'da adını daha önce hiç duymadığımız bir grubun konserine girdik. 2006 yılında bir araya gelen Multitap geçen ay ilk albümünü çıkarmış. Hem kendi albümlerinden parçalar çaldılar, hem de Depeche Mode, Red Hot Chili Peppers gibi çok sevdiğim grupların parçalarını yorumladılar. Şarkı sözlerini, ya vokal akustiğin iyi olmaması ya da vokalin kelimeleri net artiküle etmemesi sebebiyle pek anlayamadıysam da, kendi albümlerindeki parçaları beğendim. Yorumladıkları parçalarda daha da iyilerdi ve kalabalığı çok iyi coşturdular. Kalabalık diyorum ama girişte "450 kişi olacak, mutlaka vestiyer kullanın" uyarılarını dikkate almamakla iyi etmişiz, çünkü belki 100-150 kişi vardı ve çok rahat ettik. Sanırım bu günceye düştüğüm her notta tekrar tekrar sigara yasağına şükredeceğim, temiz havada rock müzik dinlemek ne muhteşem bir şeymiş...

Richard Linklater ve Me and Orson Welles

Linklater istese de kötü bir film çekemeyecek kadar büyük dehası olan bir yönetmen, dolayısıyla her filminin başına en ufak bir "acaba" endişesi olmadan oturulabilir.
1995'de çektiği "Before Sunrise"'ı seyredip de herhalde kendini Ethan Hawke veya Julie Delpy'nin yerinde hayal etmeyen olmamıştır. Aynı yıl başladığım üniversite hayatım boyunca her bindiğim trende, her tek başıma çıktığım şehir seyahatinde bir Celine ile karşılaşma hayaliyle yaşadım, hatta karşılaşma bir trende gerçekleşmese de gelişme ve sonuç kısımları çok benzer bir romans yaşama şansına/(o dönemki bakış açımla şanssızlığına) da sahip oldum. 2004'de aynı karakterlerle devam filmi olan "Before Sunset" de bir o kadar herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği unutulmaz bir filmdi. Hani bazen bir film olur ya hiç bitmesin istersiniz, işte ben hayatımın geriye kalanını "Before Sunset"i izleyerek geçirebilirim diye düşünmüştüm.
2001 yapımı, ufak bir motel odasında üç karakter arasında geçen "Tape" de tam bir şaheserdi. Tek mekanda üç karakterle izleyiciyi bu kadar filmin içine çekip germek, sadece çok nadir bulunur bir dehayla ve yazı gücüyle mümkün olabilirdi.
2006'da çektiği "Fast Food Nation"'da ise, Michael Moore'un belgeselleriyle yaptığı tarzda sert kritiği daha da vurucu bir şekilde uzun metrajlı filminde dillendirdi. Küresel rekabet halindeki hamburger zincirlerinin ucuz eti hangi koşullarda sağladıklarını gördüğünüzde bir daha elinizi hızlı tüketim gıdalarına sürmek istemeyeceksiniz.
Linklater'in tüm filmlerini saymaya kalkarsam bu yazı çığrından çıkacağından en son olarak, film üzerine boyama tekniğiyle çektiği "Waking Life" ve hazmı biraz zor "A Scanner Darkly"'yi de anmış olayım.
Bu kadar sevdiğim bir yönetmenin yeni bir filmi olduğunu duymak hayatı güzel kılan bir heyecana vesile oluyor. "Me and Orson Welles"'de genç bir öğrencinin tesadüfen Orson Welles ile tanışarak onun sahnelediği "Julius Caesar" oyununda bir rol almasıyla gelişen olaylar anlatılıyor. Christian McKay'in, Welles'in büyüklüğüyle meşhur egosunu çok başarılı bir şekilde canlandırması, filmin çok sağlam bir temel üzerine oturmasını sağlıyor. İsmini sık sık duyduğum, okuduğum ama daha önce izlememiş olduğum Zac Efron da, Claire Denis de rollerinde çok iyiler. Linklater'ın başarısının sırlarından biri de sanırım filmlerinde oyuncu tercihlerini çok isabetli yapmasında. Film, geçtiği otuzlu yılları ve benmerkezci sanat dünyasını mükemmel bir şekilde tasvir ediyor. Sonuç olarak ortaya yine kaçırılmayacak bir Linklater başeseri çıkıyor.

Terry Gilliam ve The Imaginarium of Doctor Parnassus

Terry Gilliam ilk izlediğim filmiyle gönlüme taht kuran yönetmenlerdendir. 1985 yapımı "Brazil" bence bugüne kadar yapılmış en iyi sürreal fantastik filmlerden biridir. Geçen yüzyılda insan hayatına iyicene nüfuz etmiş olan teknolojiye sorgusuz sualsiz teslim olunuşu, yarattığı muhteşem görsellikle çok etkileyici bir şekilde kritize etmişti. Daha sonra beğendiğim "Twelve Monkeys"ini, fena bulmadığım "Time Bandits"'ini, vasat bulduğum "The Fisher King"'ini ve hiç anlam veremeyip sonuna kadar zor dayandığım "Fear and Loathing in Las Vegas"ını izlemiştim, ancak aklım hep "Brazil"de kalmıştı.
Gilliam, 2009 yapımı "The Imaginarium of Doctor Parnassus" ile yine sürreal fantastik film türünün başarılı bir örneğini veriyor. Filmin çekimleri esnasında Heath Ledger'ın ölümü filme büyük bir darbe vuracakmış, basına yansıdığı üzere Johny Depp'in yaratıcı bir çözüm önerisiyle film bitirilebilmiş. Seyretmemişlere ispiyon olmaması adına bu çözümle ilgili fazla bir şey söylemek istemiyorum ama bence sonuna kadar Ledger oynayabilseymiş çok daha iyi olurmuş. Gilliam zaten filmlerini kolay anlaşılır lokmalar halinde sunmayı sevmez, bu son filmi de özellikle ilk yarısından sonra (en azından benim açımdan) bir hayli karmaşıklaşıyor. Bir yandan büyüleyici fantastik görüntülerle hipnoz olup, diğer yandan gördüklerime anlam yüklemeye çalışırken, Ledger'ın ölümüne getirilen çözüm de bir düğüm daha atıyor. Esasında benim gibi, olanları hemen kavrama şansına sahip olamayanların, filmi bir kaç kez izlemeleri gerekiyor, ama ben sinefil hayatımın sürekli bana dayattığı "sırada izlenmesi gereken binlerce film" listesini düşünerek, ikinci bir kez hiç bir filmi izlememe bağnazlığına sahibim.  O halde küçük beyin hücrelerimdeki puzzle kırıntılarıyla yaşamak da bana müstehaktır.
Vakti olanlara, kendilerince bir anlam yükleyebilene kadar izlemeleri tavsiyesiyle...

Antonello Grimaldi ve Caos Calmo

Nanni Moretti çok sevdiğim bir yönetmen ve oyuncudur, bu sebeple bu yazıda yönetmen Grimaldi'den değil, istisnai olarak "Caos Calmo"'yu (Quiet Chaos) izleme sebebim olan başroldeki Moretti'den biraz bahsetmek istiyorum.
İlk olarak artık kult statüsüne ulaşmış 1993 yapımı "Caro Diaro"'yu izleyip çok etkilenmiştim. Roma'yı ve İtalyanları Moretti'nin günlüğünden dinlemek isteyenlere tavsiye ederim.
Daha sonra kendi yazıp, yönetip, oynadığı 2001 yapımı "La Stanza del figlio"'da (The Son's Room) çok zor bir temayı, genç oğullarını kaybeden bir ailenin bu acıyla başa çıkmaya çalışmasını çok etkileyici bir samimiyetle, hiçbir klişenin yanına dahi yaklaşmayarak filme çekti.
2006 yılında ise politika sahnesinde bence tam bir soytarı olan Berlusconi'nin karizmasını boydan boya çizdirecek inanılmaz cesur bir filme imza attı. "Il Caimano", film içinde film çeken bir yönetmenin, kendine konu olarak başbakanı seçince başına gelenleri anlatıyor. Müthiş bir politik hiciv.
Belki "Il Caimano"nun lanetine uğrayan Moretti o tarihten bu yana bir film henüz çekmedi ama 2008 yapımı "Caos Calmo"'da başrolde oynadı. "La Stanza del Figlio"da oğlunu kaybeden babayı oynayan Moretti, bu sefer intihar eden eşini kaybedince küçük kızıyla başbaşa kalıyor. Film maalesef klişelerden ve sıradanlıktan sıyrılamıyor, inandırıcılıktan sonuna kadar uzak ve "La Stanza del Figlio"nun neden o kadar muhteşem olduğunu ispat etmek istercesine, onun düşmediği bütün tuzaklara düşüyor. Hele filmde bir sevişme sahnesi var ki, hayatımda daha kel alaka, sırf bulunsun diye yapılmış bir sevişme sahnesi daha izlememiştim (belki de ben anlam ve önemini kavrayamamışımdır). Yani kısacası benim açımdan tam bir hayal kırıklığı.
Nanni Moretti'nin sadece kendi yazıp yönettiği filmlerde oynaması dileğiyle...

Ziad Doueiri ve Lila Dit Ça

Doueiri'nin daha önce çok beğendiğim "West Beyrouth"'unu izlemiştim. 1975'de Beyrut'ta başlayan iç savaş, bir çocuğun gözünden, bu büyüleyici şehirden etkileyici görüntülerle anlatılmıştı.
2004'te çekmiş olduğu ikinci bir uzun metrajlı filmi olduğunu fark edince hemen izlemek istedim. "Lila Says", başrolündeki Vahina Giocante'nin baştan çıkarıcı cazibesiyle izleyiciyi hemen içine çekiyor. Fransa'da arapların yoğun yaşadığı bir gettoda geçen hikayede 19 yaşındaki Chimo, sirenvari cinselliğiyle onu kendine çeken Lila'nın çevresinde büyülenmiş bir şekilde pervane oluyor. Lila karakteri büyük olasılıkla Nabokov'un Lola'sından esinlenmiş ve filmde başarıyla verilmiş (Bertolucci'nin muhteşem "Dreamers"'ında veya "Was nützt die Liebe in Gedanken"'de olduğu gibi) çok yoğun bir cinsel gerilim var. Chimo'nun en yakın arkadaşının da Lila'ya aşık olmasıyla ortaya çıkan aşk üçgeni, filmin sonuna kadar ilgiyle izlenirken, belki biraz şaşırtmak, biraz farklı olmak adına bana göre son derece gereksiz ve klişe bir şekilde, bir de detaylı açıklamalara girişerek sonlanıyor. Bazen sıradan ve olaysız, sansasyonsuz duru sonlar çok daha etkileyici olabiliyor, ben şahsen öylesini tercih ederdim.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Doğan & Eskiköy ve İki Dil Bir Bavul

Güneydoğu'da fakir ve ıssız bir Kürt köyüne atanan genç bir ilkokul öğretmeninin, okula Türkçe bilmeden gelen öğrencilere Türkçe öğretmeye çalışmasını izliyoruz. Türkçe için bir hazırlık sınıfı olmadığından, Türkçe öğrenene kadar bu çocukların öngörülen müfredatla ilgili bir şey öğrenmelerinin mümkün olmadığını, fakir koşullarda zaten şehirli yaşıtlarına göre pek çok dezavantajla geldikleri donanımsız okuldan fazla da bir şey öğrenemeden mezun olacaklarını görüyoruz. Her sabah güne "Türk'üm Doğruyum" diye başlayan çocukların kendi aralarında kürtçe konuşmaya devam etmeleri üzerine de, genç ve tecrübesiz öğretmen çareyi çocuklara kendi dillerinde konuşmayı yasaklamakta buluyor.
Kendi anadilinde eğitim almanın temel insan haklarından biri olduğunu direk olarak söylemeyen, ama net bir şekilde hissettiren, önemli ve herkesin izlemesi gereken bir belgesel.

Henry Selick ve Coraline

En sevdiğim animasyonlardan "A Nightmare Before Christmas"'ın yönetmeni Henry Selick'in yeni animasyon filmi 2009 yapımı "Coraline". Anne ve babası tarafından ihmal edilen Coraline, yeni taşındıkları gizemli köşkte bulduğu ufak bir kapıdan, her şeyin istediği gibi olduğu alternatif bir Dünya'ya geçer. Ancak tabii her güzelliğin de bir bedeli vardır. Biraz Alice harikalar diyarını hatırlatan hoş bir 3D animasyon, ama ben konuyu fazla tahmin edilebilir buldum. "A Nightmare Before Christmas"'ı yazan Tim Burton bu filme el atsaymış sanırım ortaya daha sürprizli ve hatırda kalır bir animasyon çıkabilirmiş.
Animasyona özel bir ilgisi olmayanlar es geçebilir.

Tom Ford ve A Single Man

Moda Dünya'sıyla hiç alakam olmamasına rağmen Tom Ford ismini duymuşluğum vardı, ve tutucu bir sinefil olarak, duyduğum olumlu yorumlara rağmen "A Single Man" hakkında ciddi çekincelere sahiptim. Şaşalı, oldukça yüzeysel ve şekilci bir Dünya'nın en meydanda isimlerinden birinin yapacağı film nasıl sığ olmayabilirdi ki. Sanırım bu günceye sık sık önyargının ne kadar yanıltıcı olabileceğini not düşüceğim ki, kendime bunu daha sık hatırlatabileyim.
"A Single Man" görsel başarısının yanısıra aşkı, yanlızlığı ve bu iki olgunun doğal sonucu melankoliyi derinlemesine ve şiirsel bir dille anlatıyor. Filmin başarısında tartışmasız en büyük payı yönetmenle birlikte, muhteşem bir oyun sergileyen Colin Firth alıyor. Oscar'ın haksızlık ettiği Firth hakkını, Venedik film festivalında ödülle aldı. Britanya'da "Pride and Prejudice"'in BBC versiyonundaki Darcy rolüyle özellikle bayanların gönlünde taht kurmuş Colin Firth'ün sırf bu sebeple bile bu role soyunması cesaret işi. Julianne Moore her zamanki gibi yine büyüleyici ve diğer yan roller de gayet başarılı. Tom Ford'un zevki, filmdeki renkler ve mekanların yanısıra özellikle Colin Firth'ün takım elbiselerine de layıkiyle yansımış. Herhalde yeryüzünde bu kadar şık giyinen bir profesör daha yoktur.
Tom Ford'un vaktini modayla harcamak yerine, yeni filmler çekmesi dileğiyle...

Armando Iannucci ve In the Loop

Armando Iannucci'nin beraber yazıp yönettiği "In the Loop" çok başarılı bir politik hiciv. ABD'nin Irak savaşına apar topar destek verip, incir çekirdeğini dahi dolduracak bir argüman sunmayı başaramamış olan Birleşik Krallığın politikacıları müthiş bir şekilde hicvediliyorlar. Tabii biliyoruz Britanya'nın Dünya'nın en büyük petrol şirketlerine ve bir sömürge geleneğine sahip olduğunu ve müdaheleye katılmanın nedenlerinin burada yattığını ama yine de halkı (sözde) temsil eden vekillerden hiç mi tepki gelmez, bu kadar mı basiretsizdirler. İşte bu soruların yanıtlarını "In the Loop" mükemmel bir şekilde veriyor. Uzun zamandır bir filmde bu kadar yağlarım eriyerek güldüğümü hatırlamıyorum. Diyaloglar ve çekimler "The Office" dizisinin kıvamında, özellikle bu diziyi sevenler, "In the Loop"'a bayılacaklar.

Costa-Gavras ve Eden à l'Ouest

Costa-Gavras çok güçlü politik ve sosyal mesajlar veren filmlere imza atmasıyla tanınıyor. Bugüne kadar izleme fırsatı bulduğum 4 filmi de çok kaliteliydi, kısaca kronolojik sırayla değinirsem;
Z (1969)'yi izlediğimde, birbiriyle pek geçinemeyen Türk'lerin ve Yunan'ların şaşırtıcı benzerliklerinin yemek ve içmeyle sınırlı olmadığını, politik kültürlerinin de ne kadar benzer olduğunu görmüştüm, çünkü Yunanistan da bizim gibi aynı seri darbeler ve politik çalkalanmalardan geçmiş.
Missing (1982) ise yine bu iki millete benzer şekilde darbelerden çok çekmiş Şile'deki Pinochet'nin darbesi esnasında kaybolanları anlatıyor. Kaybolan yazarı arayan eşinin (Sissy Spacek) mücadelesini izliyoruz.
Amen (2002)'de Costa-Gavras çok işlenmiş bir konuya, 2. Dünya savaşına el atıyor ve (en azından benim açımdan) daha önce net olarak söylenmemiş çok önemli gerçekleri ortaya dökiyor. Ben bu filmi izleyene kadar saf bir şekilde Avrupa'daki bu büyük soykırımın Nazi Almanya'sı tarafından gerçekleştirildiğini sanıyordum. Ulrich Tukur'un mükemmel bir oyunla canlandırdığı SS subayının, Avrupa'daki her kesimin gözünü açmak için yaptığı büyük mücadeleyi izleyince fak ettim ki, bütün katliam gözler önünde ve müdahele etme gücüne sahip her türlü otoritenin bilgisi dahilinde gerçekleşmiş. Başta tabii Vatikan ve güçlü devletler ellerini ovuşturarak katliamları izlemişler ve bize dokunmayan yılan bin yaşasın demişler, hatta kendi ülkelerindeki Yahudilerin, çingenelerin ve başka azınlıkların ayıklanmasından memnuniyet duymuşlar. Ne zamanki Hitler'in toprağa doymayacağı anlaşılmış, müdahale ihtiyacı anca o zaman doğmuş. Film sadece bu ikiyüzlülüğü açıkça sergilemesiyle değil, yönetsel mükemmelliğiyle de benim için unutulmazlar arasında.
Le Couperet (2005) Costa-Gavras'ın daha önce izlediğim üç filminden farklı olarak darbelere ve katliamlara değil toplumsal bir yaraya parmak basıyor; işsizlik. 2 sene işsiz kalan kimyagerin iş bulabilmek çareyi rakiplerini birer birer ortadan kaldırmada bulmasını komik bir dille anlatıyor.
"Eden Is West"'e gelirsek Costa-Gavras yine sosyal bir yara olan kaçak göçmen konusunu yine komik bir dille işliyor. Kafamızdaki kaçak resmi için muhtemelen fazla yakışıklı ve bakımlı olan Elias, sahil güvenliğe yakalanmamak için kaçak gemisinden atlayarak Yunanistan'da bir Fransız tatil köyüne çıkıyor. Buradan çeşitli maceralar geçirerek, pek çok farklı milletten insanla karşılaşarak, tanışarak Paris'e kadar ulaşmaya çalışıyor. Elias karakteri hemen hiç konuşmuyor, saflığı ve başına gelenlerle de hemen bize Chaplin'in Şarlo karakterini hatırlatıyor, sanırım bu yönetmen açısından bilinçli bir tercih. Alias rolündeki İtalyan oyuncu rolünde fena değil  ama yan rollerde oldukça özensiz ve kötü tercihler yapılmış, bu da filmin kalitesini fazlasıyla düşürüyor.
Costa-Gavras komedi tarzında da önemli sorunlara dikkat çekilebileceğini bir kez daha gösteriyor ama ben onun yukarıda bahsettiğim politik gerçekliği öne çıkaran vurucu filmlerini tercih ediyor ve yakın zamanda yine bu türün örneklerini vermesini diliyorum.

7 Mayıs 2010 Cuma

Philippe Lioret ve Welcome

Hemen her gün haberlerde Avrupa'ya kaçak girmeye çalışan mültecilerle ilgili haberler okuyoruz, ve izliyoruz. O kadar sık rastlanan ve kanıksanan bir haber haline geldi ki, nereye gitmeye çalışırlar, niye gitmeye çalışırlar, başlarına neler gelir, gidecekleri yere varsalar nasıl muamele görürler pek düşünmeyiz. İşte Lioret kamerasını bu sorulara bir nebze ışık tutmak için, sevdiği kızın peşinden yollara düşmüş kürt genci Bilal'e çeviriyor. Bilal Fransa'nın liman şehri Calais'ye kadar kaçak gelmeyi başarmış ancak kız arkadaşına kavuşabilmek için Londra'ya da kaçak gidebilmesi gerekiyor. Bu mücadelesi esnasında Avrupa'nın çifte standartlarına, iki yüzlülüklerine, sözde demokrasi ve insan hakları inanışlarına şahit oluyoruz. Ülkeye kaçak girenler, uluslararası protokollere göre savaş halindeki memleketlerine sınırdışı edilemiyorlar, ama esasında sınırdışı edilmekten de beter ediliyorlar. Marketlere sokulmuyorlar, bulundukları her ortamda insanlık dışı muamele görüyorlar, hatta onlara yardım elini uzatmak isteyen hayırsever Fransızlar da polis tarafından acımasızca taciz ediliyorlar. Filmi izlerken insan haklarıyla ilgili hiç durmadan ahkam kesen bir ülkede göz göre göre olanlara delirmemek elde değil.
Lioret elindeki esaslı konuyu fazla klişelere kaçmadan ve yönetsel başarıyla işliyor, sadece anlatılanların biraz da doğası gereği film yer yer fazla didaktik bir hale geliyor. Oyunculuklar çok iyi, yanlız Bilal rolündeki Fırat Ayverdi'nin, sokaklarda yaşıyan bir kaçağı canlandırırken kaşlarının çok bariz ve net bir şekilde alınmış ve hep sinekkaydı traşlı olması komik bir tezat yaratıyor. Umarım film Avrupa'da geniş bir izleyici kitlesine ulaşır da içlerinde ufak da olsa bir azınlığın gözleri açılır.

José Luis Guerín ve En la ciudad de Sylvia

2007 yapımı "In the City of Sylvia" çok güzel bir bağımsız film. Genç bir adamın, altı sene önce tanıştığı bir kıza tekrar rastlama ümidiyle Strasbourg sokak ve kafelerinde dolaşmasını ve çevresindeki insanları gözlemlemesini izliyoruz. Hemen hemen hiç diyalog olmayan son derece sade bir film ve işte filmin büyüsü de burada. Neredeyse hiçbir olayın olmadığı, hiçbir diyaloğun geçmediği uzun metrajlı bir filmde izleyicinin ilgisini koruyabilmek ve onu filmin içine çekebilmek, yaratılan ama dayatılmayan atmosferi teneffüs ettirebilmek için yönetmenin dehasına ihtiyaç var ve José Luis Guerín bu dehaya fazlasıyla sahip.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

İstanbul Devlet Opera ve Balesi ve Concerto Barocco/ Creatures/ Mi Favorita

Dünya dans günü etkinlikleri kapamında İdobale'nin 3 koreografiden oluşan balesini izledik.
İlk eser George Balanchine'in Concerto Grosso'su çok hayal kırıklığı yaratan bir açılış oldu. Maalesef dansçılar eserin hakkını bir devlet balesine hiç yakışmayacak şekilde veremediler. Bach'ın tempolu müziğiyle Balanchine'in çok sıkı bir klasik disiplin gerektiren koreografisi birleşince, eserin yorumcuları çok zorlandılar. Hata yapmama endişesiyle tempoyu kaçırmamak için gösterilen aşırı çaba yüzlere fazlasıyla yansıyınca gösterinin bir okul müsameresinden farkı kalmadı. Solist dansçının hiç olmayacak bir yerde dengesini kaybedip toparlayamaması ve partnerine sarılarak ayakta kalmayı anca başarması da işin tuzu biberi oldu. Balanchine'in koreografisi, klasik balenin çok tipik bir örneğiydi, ve zorluğu dansçıların sololarında değil, koreografinin tüm ekip tarafından uyumlu ve kusursuz bir şekilde uygulanmasındaydı ama İdobale maalesef bunun yanına bile yaklaşamadı. Ara verildiğinde ne kadar üzgün ve hatta kızgın olduğumu anlatamam. Bir yandan AKM'nin hala kapalı olmasına çok kızgındım, diğer yandan da İdobale'deki yıllardır süren düşüşün bu raddeye gelmesinden büyük bir hayal kırıklığı duyuyordum.
Çıksak mı, kalan iki eseri de izlesek mi diye düşünürken, iyi ki kalmaya karar vermişiz, çünkü ikinci eser Creatures muhteşemdi. Hem müzik ve koreografi olarak tam benim zevkime hitap ediyordu, hem de dansçılar çok iyiydi. Patrik Debana'nın modern koreografisi çok başarılı bir düetle açıldı, ve dansçıların tutkuyla hissederek ettikleri danslarla devam etti.
Üçüncü eser Donizetti'nin müzikleri eşliğinde Jose Martinez'in koreografisi "Mi Favorita" idi. İlk eserin sadece bir kaza olduğunu ispat etmek istercesine yine başarıyla icra edildi. Martinez, klasik koreografisine çok ince espriler işlemiş, dans esnasında hapşıran, hareket sırasını karıştıran, arka rolde olmasına rağmen solist gibi selam vermeye çalışan, yer yer itişip kakışan karakterleri genç dansçılarımız hem teknik olarak hem de dramatik olarak çok başarılı bir şekilde canlandırdılar. Gülümsemeden, yer yer sesli gülmeden eseri izlemek mümkün değildi.
Geçmiş yıllarda İdobale'den sürekli pek başarılı olmayan klasik eserler ve son derece başarılı modern eserler izledik. Sanırım bu, genç neslin yaşam tarzında klasik balenin gerektirdiği disiplinden uzaklaşıyor olması ve kendilerini daha özdeşleştirebildikleri, daha hissederek dans edebildikleri modern koreografileri çok daha fazla içselleştirebilmelerinden kaynaklanıyor. Ancak özellikle konservatuar eğitiminde ve devlet balesinde klasik bale disiplininden uzaklaşmak son derece riskli, çünkü klasik baleyi özümseyemeden ve teknik disiplinine sahip olmadan modern balenin beslenmeye devam edebilmesi mümkün değil.
Önümüzdeki sezon esaslı bir klasik eseri AKM'de izleyebilme dileğiyle...