23 Ocak 2010 Cumartesi

Çağdaş Bale Topluluğu ve Medea

Çok küçük yaşlardan itibaren sadık bir dans izleyicisi olmuşumdur. Çağdaş bale topluluğu'nun 1992'de İstanbul festivalinde sergilediği performans beni inanılmaz etkilemişti, hafızamda Açıkhava'da seyrettiğim Baryshnikov ve Berlin'de 6 kez izlediğim Nuevaz Cruzes kadar derin izler bırakmıştır. O yıllarda Türkiye'de özel dans grupları yoktu, kurulsalar da çok kısa sürede dağılıyordu, Çağdaş Bale Topluluğu ülkemizde gerçekten zor bir iş olan varlığını günümüze kadar sürdürebilmiştir. Son yıllarda takip edebildiğim kadarıyla maalesef çok ciddi bir düşüş içersindeydi, bu düşüşünde kanaatimce en büyük sebebi dansçı kalitesindeki büyük bozulmaydı, izlediğim her eserde artık çoktan dansı bırakmış olması gereken, fiziği ve yaşı (maalesef bale sanatçıya nankör bir sanat dalı) müsait olmayan dansçılar esere zarar veriyorlardı, koreografide, seçilen müziklerde, kostümlerde de bir izdüşüm olarak isteksizlik, özensizlik hissediyordum.
İstanbul 2010'da kültür başkenti ama dans adına çok şanssız bir dönem geçiriyor. AKM'nin 1,5 senedir kapalı olduğu bu dönemde Istanbul Devlet Opera ve Balesi benim çok sevdiğim ama IDOB için çok yetersiz olan Süreyya Operası'na sıkışmış durumda ve bale adına maalesef bu küçük salonda büyük hayal kırıklıkları üretiyor. AKM'de sahneye konan muhteşem "Dört Bale"sinden beri tatmin edici bir dans eseri izleyememiştim.
Böyle bir ruh hali ve beklentisizlik içerisinde evvelki akşam Çağdaş Bale Topluluğu'nun Medea isimli eserini izlemeye gittim. Her zamanki gibi koreografi gurubun kurucusu Cem Ertekin'e aitti, ama bu sefer müzikler ve kostümler çok iyi ve konuya uygun seçilmişti, Medea'nin hikayesi başarılı koreografi ile çok net takip edilebiliyordu. Medea rolündeki dansçı özellikle dramatik açıdan çok başarılıydı, diğer dansçılar da koreografi onları teknik açıdan fazla zorlamadığı için üzerlerine düşeni yerine getirdiler. Daha üst seviye dansçılar olsa eminim Cem Ertekin teknik açıdan da çok daha etkileyici bir koreografi hazırlardı. Ama sonuç olarak çok keyifle izledim ve Çağdaş Bale topluluğu'nun geleceği için ümitlendim.
Beni akşamda en çok üzen yine izleyiciler oldu. Gerçi haklarını yemeyeyim, kimse yüksek sesle öksürmedi ve sadece tek bir sefer cep telefonu çaldı (artık buna bile şükreder hale geldik!) ama seyirci nerede alkışlayacağını kesinlikle bilmiyordu, sanki bir okul müsameresinde çocuğunu görür görmez alkışı basan veliler gibi olur olmadık yerde alkışlar koptu. 1,5 saatlik eserde belki yüz kez alkış geldi, sahnede olağanüstü bir performans görüp kendine hakim olamamak dans izlemenin en keyifli yanlarından biridir ama o akşam böyle anlar maalesef sık yaşanmadı. Üzüldüğüm 20 sene önceki izleyicinin çok daha kaliteli ve seyrettiği eserle ilgili bir şeyler hissedebilen kişiler olmasıydı, belki günümüzde sanatın çok daha geniş kesimlere ulaşabilmesiyle bu izleyici kalitesinin de olduğu gibi korunabilmesi mümkün olmuyor. Umarım bu yazdıklarım çok elitist olarak algılanmaz ama gerçekten de festivallerden, sanat etkinliklerinden kalitesiz izleyiciler sebebiyle eski aldığım zevki artık hiç alamıyorum. Mesela Açıkhava tiyatrosunda artık bir etkinlik izleyemiyorum, çünkü insanlar uluorta sohbet ediyorlar, seslerini dahi kısmadan, durmadan cep telefonları çalıyor, sigara ve daha beteri puro içiyorlar, AKM'de senfoni konserinde yanımda oturan cak cak sakız çiğneyebiliyor, veya cep telefonu çaldığında utanmak bir yana açıp konuşabiliyor.
Neyse konumuz neydi nereye geldi, ama bu konuda gerçekten çok dertliyim, daha sayfalarca yazabilirim.
Yazımızı Çağdaş Bale Topluluğu'nun takip etmek isteyecekler için gurubun internet sayfasının linkiyle noktalayalım;
Çağdaş Bale Topluluğu

Karlı İstanbul ve iki güzel kitap

Bugün Istanbul'da kar var ve tam evde sıcak bir kahve ve çikolata eşliğinde kitap okuma atmosferi oluşmuş durumda. Okunmayı bekleyen kitaplar yığınından önce Buket Uzuner'in "Yolda"sını elime aldım.
Buket Uzuner çok sevdiğim yazarlardan biri, ilk olarak 90'ların başında "İki Yeşil Susamuru"nu ve "Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları"nı okumuş ve çok beğenmiştim. O yıllardan beri çıkan bütün kitaplarını takip ediyorum, ama en favori iki kitabım bu okuduğum ilk ikisiydi. Son çıkan kitabını okumadan önce kitabını imzaladığı söyleşiyi dinlemeye gittim. "Yolda" isimli kitabından yola çıkarak o kadar keyifli anektodlar anlattı ki, Türkiye'nin içinde bulunduğu çıkmazlardan kadın sorunlarına kadar çok farklı konulara değindi. Özellikle Türkiye'de bağımsız bir kadın yazar olarak başından geçenler hem komik hem düşündürücüydü. Güzel söyleşinin tek olumsuz yanı havanın da kötü olmasıyla katılımın az olması, gençlerin hiç bulunmaması ve maalesef yazara yönlendirilen soruların, insanın utanmasına sebep olacak kadar yüzeysel ve edebiyattan uzak olmasıydı.
"Yolda" kitabına gelirsek, yazar Dünya'nın farklı ülkelerinde yaptığı yolculuklar esnasında tanıştığı kişilerin anlattıkları kendi hayatlarından ilginç kesitleri yer yer kendisiyle çok güzel dalga da geçerek dile getiriyor. Bir çırpıda okunan, insanın içinde hemen seyahatlere çıkıp insanlarla tanışmak ve onların hikayelerini dinleme isteği uyandıran bir kitap. Teşekkürler Buket Uzuner...
Yolda'nın keyfi henüz damağımda, dışarıda lapa lapa kar yağarken elimde ikinci kitabım battaniyemin altına sığındım. Tuna Kiremitçi'nin daha önce "Git kendini çok sevdirmeden" ve  "Bu işte bir yalnızlık var" isimli kitaplarını okumuş ve pek beğenmemiştim, bana sıradan gelmişlerdi, hatırımda da bir iz bırakmadılar. Başka bir kitabını okumayı da düşünmüyordum. Bir yönetmenin iki filmini beğenmediysem üçüncü bir filmini izlemeyi düşünmeyeceğim gibi. Ama geçenlerde kitapçıda elime gelen kitapların arkasını okurken bu kitabın arkasındaki kitaptan kesit ilgimi çekti, kitaba bir şans vermeyi, en kötü ihtimalle başlar bırakırım diye düşündüm;
"Gün gelir, hayatımızda bir yabancı olduğunu fark ederiz. Daha doğrusu, o güne kadar tanıdığımızı sandığımız kişi ansızın bir yabancıya dönüşür." 
Bu yabancı babamızdır.
Gerçi görünüşü aynıdır (biraz yaşlanmıştır en fazla). Bizimle konuşmasında ya da davranışlarında yeni bir şey yok gibidir. Yine de onun bakışlarında, daha önce olmayan bir yabancının gölgesini hissederiz..."
İyi ki de öyle yapmışım, çünkü kitabı çok beğendim ve elimden bırakamadım. Oğlunu küçük yaşta terk etmiş bir babanın artık yetişkin olan oğluna vermek üzere yazdıkları anlatılıyor. Kendi babasını da anlattığı 3 nesil baba oğul arasındaki ilişkiler, kopukluklar, yabancılaşma, sanırım günümüzde hemen her baba oğul arasında yaşanabilenler...
Kitap tarz olarak olmasa da, 4 nesil anne kız ilişkilerini anlatan ve yine çok beğendiğim Ayşe Kulin'in "Gece Sesleri" isimli kitabını hatırlattı bana. Her iki kitabı da hararetle tavsiye ederim, eminim herkes kendi anne babasıyla veya kendi çocuklarıyla yaşadıklarından birer parça bulacaktır bu iki kitabın satırlarında.
Tuna Kiremitçi'ye ve arka fonda bu güzel kitaplara eşlik eden Damien Rice, Brandi Carlile ve Cassandra Steen'e de teşekkürler...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Jason Reitman ve Up In The Air



Jason Reitman genç bir yönetmen, dolayısıyla çok sayıda filmi yok. Ilk iki uzun metrajlı filmi "Thank you for smoking" ve "Juno" birer başyapıt olmamakla beraber başarılı ve benim naçizane değerlendirmeme göre on üzerinden sekizlik filmlerdi. Filmlerini beğendiğim yönetmenlerin büyük kısmı eninde sonunda beni hayalkırıklığına uğratırlar, ama Reitman'ın üçüncü filmi "Up in the air" de beni üzmedi ve istikrarla benden 8 notunu aldı. Film beni hem eğlendirdi, hem de iş sebebiyle sık seyahat ettiğim bir dönemde havaalanında geçirdiğim sonu gelmez saatleri anımsattı. Tabii filmde havaalanlarıyla ilgili tüm gözlemler sonuna kadar abartılmış, ama hepsinde bence gerçek payı var. Reitman'ın diğer filmlerinde olduğu gibi, bu filmi de kendini keyifle izletirken satır aralarında, satır üstlerinde zekice yazılmış çok güzel diyaloglara ve tespitlere yer veriyor. Yer yer de "eyvah şimdi Hollywoodvari bir sahne geliyor, ya arkaya da keman koyarlarsa" derken  fake atıveriyor, klişelerin kıyısından köşesinden dolanarak o tuzaklara düşmüyor. Özellikle kahramanımızın Chicago'ya gittiği sahnede bu şekilde eyvah dedim, ama neyseki korktuğum gerçekleşmedi. Düğün öncesi kısım klişelere yaklaştı ama gözünü çıkarmadı. Film dengeyi iyi korudu, ve umarım Reitman gelecekte bu sekizlik filmlerinden bol bol üretir.
Oynadığı bazı filmlerle Hollywood'un parçası olmuş ama esiri olmamış, ürettiği ve rol aldığı filmler itibariyle bu camiada beğendiğim nadir oyunculardan olan George Clooney bu filmde de gayet başarılı. Daha önce seyrettiysem de hatırlayamadığım Vera Farmiga'yla kimyaları çok güzel uyuşuyor. Anna Kendrick'in abartılı oyunu sırıtmıyor, filmin komedi kıvamına olumlu katkıda bulunuyor.
Filmi izleyecekler bu yazının bundan sonraki kısmını okumasınlar lütfen. "İSPİYON İÇERİR" Filme ufak bir eleştirim olacak o da Alex karakteriyle ilgili, filmin son kısmındaki gelişmeleri gereksiz yersiz mutlu son a la hollywood olmaması adına kesinlikle tasvip etmekle beraber, burada detaylandırmayacağım mesajı iyicene vurgulamak adına, iki karakterin arasındaki son telefon konuşmasında, Alex'in o ana kadar çizilen karakterinde ciddi bir kırılmaya gidiliyor, ve kanaatimce (pek çok filmde beni çok rahatsız eden) senaryoda karakter tutarsızlığına sebebiyet veriliyor. Alex'in söyledikleri anlaşılır, ama ifade ediliş şeklinde (eğer karakterinde bir şizofrenlik yoksa) biraz daha empati olmalıydı."İSPİYON BİTTİ"

Son olarak Reitman'ın uzun metraja geçmeden önce çektiği sevimli bir kısa filmin linkini verelim;
Consent (2004)

14 Ocak 2010 Perşembe

Lars von Trier ve Antichrist

Günler geçiyor ve bloga yazmak için beni etkileyen bir film bekliyordum. Etkilendiğim ama kimseye tavsiye etmeyeceğim bir filmden bahsedeceğim. Yakında bir listesini yapmak istediğim en sevdiğim yönetmenler tayfasının en başında gelenlerden olan Lars von Trier'in özellikle "Breaking The Waves", "Dancer in the Dark", "Idioterne" ve "Dogville" filmlerini çok severim. Von Trier her filminde insanı kışkırtır, insanın içinden ayağa fırlayıp filmde olanlara isyan etmek, bağırmak, çağırmak geçer, yani fılmler izleyeni o kadar içine çeker. Yönetmen sadece dogmatik kamerasını sürekli sallamakla kalmaz seyirciyi de olduğu yerde sallar.
Son filmi "Antichrist"'e gelirsek, film siyah beyaz ağır çekim görüntüler ve muhteşem bir müzikle açıldı. Daha filmin ilk dakikasında ben ne oluyor anlayamadan yanımda Nina (sadece bir annenin sahip olabileceği bir içgüdüyle) gözyaşlarına boğuldu, ve kesinlikle bu filmi izlemeyeceğini beyan etti. Filme tek başıma devam ettiğimde, takip eden saniyelerde sebebini anlayabildim ancak. Sonra filmin ilk saatini ilgiyle izledikten sonra gelişmeye başlayan (ama zaten gelişeceğini çoktan haber etmiş olan) olaylar filme ikinci bir ara vermeme sebep oldu, çünkü içimdeki yoğun sıkıntıya bir de mide bulantısı eşlik ettiğinden hiç yapmadığım bir şeyi yaparak filmi yarıda bırakmaya karar verdim. Birkaç gün sonra gücümü topladığımda Trier'e saygım ve biraz da meraktan sonuna kadar izledim.
Filmin içeriğiyle ilgili detay yazmayı doğru bulmuyorum, bir film hakkında fikrini yazarken tüm konuyu da marifetmiş gibi ifşa eden yazılardan da çok rahatsız oluyorum. Kısaca filmin ikinci yarısının çok yoğun dini semboller içerdiğinden (bakınız filmin adı zaten) ve anlayabilmek için bu sembollerin anlamları hakkında fikir sahibi olmak gerektiğinden bahsedelim. Dini sembolizm ilgi alanımın çok dışında bir konu ve dolayısıyla film sonuç olarak, yönetmenlik dehasını teslim etmekle beraber, bende Trier'in diğer filmleri gibi özel bir yere sahip değil. (yukarıda bahsettiğim sebeplerle etkilenmedim demek de mümkün değil.)
Şimdi dönüp baktım da, böyle bir yazı okusam ben filmi çok merak ederdim diye düşündüm, hani yasağın dayanılmaz bir de cazibesi vardır ya. Ey sevgili yolunu bu blogda kaybetmiş ziyaretçi, gerçekten lütfen sen merak etme, edersen de uyarmadı deme.
Film bana iki başka yönetmeni anımsattı. İlki yine favori yönetmenlerimden Lukas Moodysson; çok sevdiğim filmleri arasında bulunan "Lilja 4-ever" bana Trier'in hırpalanan kadınlar üçlemesini hatırlatmıştı, bu filmi de içerik açısından bir benzerlik olmamasına rağmen (her iki film de seyirciyi rahatsız etmeyi bir sanat haline getirdiği için) "A hole in my Heart"'ı hatırlattı (bu filmin de izlenmesini kesinlikle tavsiye etmiyorum).
İkinci olarak da Trier filmini adadığı için değil ama Berlin'de toplu gösterimlerini izlerken görselliğine hayran olduğum ancak her filminde benim bilgi dağarcığımın yetersiz kaldığı din, felsefe ve sembolizm bombardımanı dolayısıyla, hem filmlerini kavrayamadığım, hem de fılmlerini izlerken zaten klostrofobik ufak sinemada yer yer fenalık geçirdiğim bir yönetmen olması itibariyle Tarkovsky.

8 Ocak 2010 Cuma

Bir Sinemaseverin Pek Zor İşi

Madem filmleri blogumun merkezine koymaya karar verdim, bugünkü benim sevdiğim filmleri bir listeleyeyim dedim. Belki bir gün döner hangi filmleri severmişim o zamanlar diye bakarım, zira zevkler de zamanla değişebiliyor. Hem de yolunu kaybedip bu bloga rastlayan olursa, zevklerimiz örtüşüyor mu diye bakabilir. Bu tür listelerden ben şahsen çok faydalandım, sinema zevkimin uyuştuğu kimselerin listelerinden pek çok film keşfettim.
Buraya kadar her şey iyi güzel de, sıra listeyi oluşturmaya gelince inanılmaz zorlandım. Önce 20 film seçeyim dedim, filmlere kıyamadım, sanki beni nankörlükle suçlayacaklarmış, “Bizi bu listenin nasıl dışında bırakırsın, sana hayatının bir döneminde çok özel anlar yaşatmadık mı?” derlermiş gibi geldi, listeyi 50 filme çıkarırsam bu sorun hallolur dedim, mümkünsüzmüş meğer, 100 taneden fazla olursa artık listenin bir anlamı kalmayacak dedim. Ama listeyi 100 filme indiricem diye de büyük vicdan muhasebelerinden geçtim, meğer ne çok filmi “çoook” severmişim, halbuki hiç de kolay beğenmem. Şimdi dönüp baktığımda klasiklere ve Uzakdoğulu dostlarıma çok kıydığımı görüyorum, bir de bazı yönetmenlerin birden çok filmine hayran olmama rağmen temsili bir iki fılmlerine yer verebildim. Belki her katogoriyi ayrı ayrı değerlendirmek daha iyi olurdu, neyse belki ileri yazılarda böyle listeler de yaparım, şimdilik beni oldukça yormuş olan bu listeyi alfabetik olarak bir yayınlayayım.
1.    12 Angry Men (1957)
2.    A Clockwork Orange (1971)
3.    Abre los ojos (1997)
4.    Amen. (2002)
5.    American Beauty (1999)
6.    Amores perros (2000)
7.    Before Sunset (2004)
8.    Breaking the Waves (1996)
9.    Buffalo '66 (1998)
10.    Casablanca (1942)
11.    Cidade de Deus (2002)
12.    Chung Hing sam lam (Chungking Express) (1994)
13.    Da hong deng long gao gao gua (Raise the Red Lantern) (1991)
14.    Dancer in the Dark (2000)
15.    Das Experiment (2001)
16.    Das weisse Band - Eine deutsche Kindergeschichte (2009)
17.    Die fetten Jahre sind vorbei (2004)
18.    Die Unberührbare (2000)
19.    Down by Law (1986)
20.    Duo luo tian shi (Fallen Angels) (1995)
21.    Entre les murs (2008)
22.    Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)
23.    Fa yeung nin wa (In the Mood For Love)(2000)
24.    Festen (1998)
25.    Four Weddings and a Funeral (1994)
26.    Fucking Åmål (1998)
27.    Funny Games (1997)
28.    Grbavica (2006)
29.    Grease (1978)
30.    Groundhog Day (1993)
31.    Hair (1979)
32.    Halbe Treppe (2002)
33.    Hiroshima mon amour (1959)
34.    Hotaru no haka (Grave of the Fireflies) (1988)
35.    Idioterne (1998)
36.    Inglourious Basterds (2009)
37.    Irréversible (2002)
38.    Jesus Christ Superstar (1973)
39.    L'appartement (1996)
40.    L'enfant (2005)
41.    L'uomo delle stelle (1995)
42.    La dolce vita (1960)
43.    La haine (1995)
44.    La science des rêves (2006)
45.    La sconosciuta (2006)
46.    La stanza del figlio (2001)
47.    La strada (1954)
48.    La vita è bella (1997)
49.    Ladri di biciclette (1948)
50.    Land and Freedom (1995)
51.    Le fabuleux destin d'Amélie Poulain (2001)
52.    Le notti di Cabiria (1957)
53.    Los amantes del Círculo Polar (1998)
54.    Lost Highway (1997)
55.    Love, etc. (1996)
56.    Lucía y el sexo (2001)
57.    Mar adentro (2004/I)
58.    Memento (2000)
59.    Mephisto (1981)
60.    Moonstruck (1987)
61.    Mùi du du xanh - L'odeur de la papaye verte (1993)
62.    Mulholland Dr. (2001)
63.    My Life Without Me (2003)
64.    Night on Earth (1991)
65.    No Man's Land (2001)
66.    Nuovo cinema Paradiso (1988)
67.    Out of Rosenheim (1987)
68.    Persepolis (2007)
69.    Persona (1966)
70.    Pora umierac (Time To Die)(2007)
71.    Psycho (1960)
72.    Ran (1985)
73.    Reconstruction (2003)
74.    Revolutionary Road (2008)
75.    Requiem for a Dream (2000)
76.    Rosemary's Baby (1968)
77.    Science Fiction (2003)
78.    Sen to Chihiro no kamikakushi (Spirited Away ) (2001)
79.    Sex, Lies, and Videotape (1989)
80.    Smultronstället (1957)
81.    Splendor in the Grass (1961)
82.    Suwarôteiru (Swallowtail) (1996)
83.    Star Wars (1977)
84.    Tape (2001)
85.    Tesis (1996)
86.    The Apartment (1960)
87.    The Breakfast Club (1985)
88.    The Dreamers (2003)
89.    Todo sobre mi madre (1999)
90.    Üç maymun (2008)
91.    Vertigo (1958)
92.    Vozvrashchenie (The Return) (2003)
93.    Was nützt die Liebe in Gedanken (2004)
94.    West Beyrouth (À l'abri les enfants) (1998)
95.    West Side Story (1961)
96.    When Harry Met Sally... (1989)
97.    Who's Afraid of Virginia Woolf? (1966)
98.    Witness for the Prosecution (1957)
99.    Ying xiong (2002)
100.    Yol (1982)

2 Ocak 2010 Cumartesi

Yolun İkinci Yarısı İçin Bir Günce


Yıl 2010 oldu ve benim için de Cahit Sıtkı’nın deyimiyle yolun yarısı etti. Geriye dönüp baktığımda pek çok güzellikler görüyorum ancak tüm bu yaşanmışlıklar ve o günkü bana hissettirdikleri hatırımda ya kalmamış, ya da detaylar çok bulanık. Dolayısıyla yolun ikinci yarısı için bir günce emeliyle yola çıkıyorum. Kimbilir belki de milyonlarca diğer blog gibi bu da bir ilk hevesle birkaç yazının yazıldığı sonra da hayatın koşturmacası içinde unutulup giden bir günce olacak. Hayatım boyunca yazmayı hiç sevemedim, okulda kompozisyon sınavları en büyük kabusumdu, elim kalemi hiç sevmedi, dolayısıyla zorlanacağıma hiç şüphe yok.
En büyük hobilerimden biri film izlemek, son yıllarda bağımlısı haline geldiğim yabancı dizilere rağmen düzenli olarak film izlemeye devam ediyorum. Büyük bir özen ve sevgiyle beslediğim bir film veribankam var, bugüne kadar izlemiş olduğum toplam 2096 tane filmi  kaydetmişim. Düzenli film izlemeye esasında biraz geç olarak üniversite yıllarında başladım. 80’li yıllar ve 90’ların başında Türkiye’deki sinemalara hakim birbirinden kötü Hollywood filmleri beni bugün vazgeçemediğim bu dünyaya uzak tuttu. Hatta hiç unutmam, arkadaşlarımın ısrarıyla gittiğim “Ahlaksız teklif” filminden sonra bir daha sinemaya gitmeye tövbe etmiştim. Neyseki daha sonra üniversiteyi okuduğum Berlin’de ufak sinemaların bir ay boyunca bir yönetmenin tüm filmlerini çok uygun fiyatlara izlettiği toplu gösterimleri takip ederek yönetmen sinemasını keşfetmeye başladım, aynı dönemde Arte kanalının çok sıkı bir takipçisi oldum, aynı şekilde yönetmen ağırlıklı film gösterimleri oluyordu. Sinemada izlediğimde büyülendiğim, hiç tereddütsüz hayatımın filmi olarak niteleyebildiğim “In the mood for Love” filminin yönetmeni Wang Kar-Wai’nin de diğer tüm filmlerini Arte’de izlemiştim. Festivaller, internet derken filmler yaşantımın bir parçası oldular.
Bu güncede bugün izlediğim filmleri yarınki bana anlatmak istiyorum. Belki çok beğendiğim bir konseri, dinlediğim güzel bir albümü veya okuyup hatırlamak isteyeceğim bir kitabı da bu dijital satırlara not düşerim.